“Ziba ile Muhammed üniversite yıllarında tanışmış, uzun süren bir arkadaşlık döneminden sonra yeni evlenmiş bir çifttir. Muhammed, sığır ticareti ile uğraşmakta, Ziba ise bir özel hastanede hemşirelik yapmaktadır.
Bir aylık evli çift, balayına çıkma planları yapmaktadır. Muhammed, bütün formaliteleri yerine getirerek 15 günlük bir balayı programı hazırlar. Genç çift özel otomobilleriyle balaylarını geçirecekleri Benderabbas şehrine doğru yola çıkarlar. Yaklaşık 600km yol giderler.
İran devrim muhafızları Pasdarlar karayolu üzerinde otomobilleri durdurarak kimlik kontrolü yapmaktadırlar.
Ziba ile Muhammed’in otomobilini de durdururlar. Ziba’dan evlilik cüzdanı istenir. Ziba çantasını karıştırır, valizlerine bakınır ama evlilik cüzdanı yoktur.
Cüzdanı evde unutmuştur.
Muhammed yeni evli olduklarını ve balayını gittiklerini anlatmaya çalışır ama devrim kuralları kesindir. Evlilik cüzdanı olmayan kadın, bir erkeğin yanında bulunuyor ise fahişedir.
Ziba ile Muhammed evli olduklarına dair yemin eder. Yalvarırlar. Nafile. Ziba, karakola götürülüp fahişelik suçundan mahkemeye çıkartılacaktır.
Muhammed, evlerinin 600km uzakta olduğunu izin verilirse karısıyla gidip evlilik cüzdanını getireceğini söyler.
Devrim muhafızları Ziba’yı bırakmaz, Muhammed’e “Evlilik cüzdanını getir, kadını götür”denir.
Muhammed, geri döner; hızla girdiği bir virajda uçuruma yuvarlanır. Kazadan dört saat sonra, ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılır. Yoğun bakımda 15 gün şuursuzca yatar. Kendine geldiğinde karısını düşünür ve hastaneden kaçar. Evine gider. Evlilik cüzdanlarını alır. Ziba’yı alıkoyan karakola döner. “Evlilik cüzdanımı getirdim. Karımı serbest bırakın” der.
Devrim muhafızlarından buz gibi bir cevap alır:
“Seni bir hafta bekledik. Gelmeyince, kaçtığını düşündük. Kadının fahişe olduğunu kabul ettik ve astık.”
Ziba’nın morgdaki cesedini Muhammed’e verirler.”
İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Başkanı Nazan Moroğlu//İran’da yaşanmış bir öykü…
Kadının sokağa yalnız tek başına çıkabilmesi çok önemli bir özgürlüktür. Bugün Yüce Önderin kurucusu olduğu bu ülkede giyim tarzınız, düşünce yapınız ve inanç yapınız ne olursa olsun bir birey olarak bunun keyfini ve rahatlığını yaşıyorsak bilinmelidir ki bunun tek güvencesi “Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti” özelliği taşıyan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Verilecek en küçük ödün(hatırlayın sarı öküzün hikayesini) kadınımızı tekrar orta çağ karanlığına itecektir. Laikliğin uygulanmadığı yerde din de özgür değildir. Özgür olmayan din, sadece ezene hizmet eder… Anlamsız olur.
…
26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşı Büyük Selçuklu ile Doğu Roma imparatorluğu arasındaki savaştır ve bu savaş sonrası Orta Asya dan yani Moğol istilasından kaçan Türkmenlere yeni vatan yeri olarak Anadolu’yu dolayısıyla doğu Anadolu’nun yaylaları verilmiştir. Orta Asya’dan kaçan Türkmenlere Anadolu’yu açan bir savaştır. Böylelikle bu savaş sonunda Türkmenlerle İslam birleştirilmiştir. Kısa zaman dilimi sonrasında kurulan Anadolu Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu ile aynıdır dense de uygulama da aynı değildir. Türkmenlere o yaylalar verilirken kendilerinden bir vergi alınmayacağı söylenmiştir. Ancak Anadolu Selçukluyu kuranlar, yerleşik düzene geçme planları içinde olduklarından bu kuralı bozmuş ve mera ve yaylaklara vergi koymuşlardır. Buna karşı direnen Türkmenler ilk üzerlerine gönderilen orduları yenmişler ancak gelişen bu sürecin uzun vadede kendileri için de felaket olabileceğini gören Hristiyan dünyası yani Bizans imparatorluğu en iyi askerlerini Anadolu Selçuklu hükümdarı emrine vererek Türkmenleri kılıçtan geçirecekti.. Hemen arkasından yapılan Kösedağ savaşı ile Anadolu, Moğolların hakimiyetine girecekti.
Çok detaya girmeden özetleyecek olursam Büyük Selçuklu Devleti daha çok bir Türkmen devleti ve yine Hazreti Muhammed’in dinini eşitlik anlamında ruhuna özgün olarak inanmış ve yaşatmış ve kadına değer veren bağımsız bir devlet iken hemen akabinde kurulan Anadolu Selçuklu devleti teslimiyeti seçen ve dini ve yönetimi sünni iktidarına dönüştüren ve kadını da giderek kapatan bir devlet konumundadır. Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın erken ölümü ve yerine oğlu Melikşah’ın geçmesi ve yine bu süreçte çok güçlü olarak görev yapan
Nizâmülmülk ile büyük Selçuklu devleti tarihe yön veren bir devlet olacaktı. Selçuklu devletinden dört önemli kol üzerinden Anadolu’ya, Hazar kıyılarına, Hindistan’a kadar uzanan bir yayılım olacaktı. Ve sayısız Selçuklu devleti kolu neredeyse dünyanın Asya-Avrupa hattı üzerinde her noktada kurulacaktı. Bizi daha çok Anadolu ayağı ilgilendiriyor.
Bu yaklaşık iki yüzyıl süren karışıklıkta Anadolu da büyük bir aydınlanma hareketi olmuş(Orta Asya’dan gelen Türkmenler ( beraberinde Yesevi, Kalenderi, Haydari, Vefaî tarikatlarının zenginliğini de getirmişlerdi)) ve bu süreçte yok edilen, edilmek istenen Türk kimliği ve Türkçe 1276 yılında Moğolların yenilmesiyle yeniden atağa geçecektir…
Onu da kısaca özetleyelim…
Moğollar, atadıkları görevliler kanalıyla Türkler üzerinde inanılmaz baskı kurarlar, Türkçe konuşmak neredeyse yasaklanmış, konuşanlarda büyük işkence görmektedir. Her şeye rağmen varlıklarını sürdürebilmek adına Selçuklu liderleri Moğolların her isteğine izin verir. Farsça ve Arapça öne çıkar ve milli dil olur. Dil giderse Türk ulusu da gidecektir. Halk üzerindeki baskı tahammül edilmeyecek noktaya gelince zamanın din alimleri bir adım değil on adım öne çıkar. Atın üstünde bir elinde Kur’an bir elinde kılıç Türk köylerinde hem ateşli konuşmalar yaparlar hem de Moğol’a karşı kılıç sallarlar. Yunus Emre’nin Anadolu’da adı bu nedenle her taşa her ağaca, her yeni doğan Türkün kulağına bu kahramanlığı nedeniyle işlenmiştir. Yunus Emre başta olmak üzere Hoca Mevlana Arız ve diğerleri Anadolu’da yeniden kaybolan heyecanı sağlarlar. Bu hocaların mücadeleleri içinde doğan ve büyüyen Karaman bey, 15 Nisan 1276 da Elbistan da Moğolları yener. Sonrasında hızla birleşme ve toparlanma olur ve hemen Türkçe yeniden milli dil olur…
13 Mayıs 1277…
Böylece 13. asır Türkçenin yeniden dirilişi olur…
Atatürk’ün 26 Ağustos tarihini seçmesi o nedenle çok önemlidir. Bizim özümüz hoca Ahmet Yesevilerden başlar… Yunus Emre ile devam eder… Atatürk ile de sonsuzluğa gider.. Çünkü yolumuz insanlık yoludur ve dünyadır.. Nerelisin diye sorduklarında Türk Milletinin onurlu bir ferdiyim demek ve devamında da Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Dünyalıyım demek bizim beslendiğimiz kaynağın ne kadar berrak ve engin olduğuna işaret eder…
Yaşasın Anadolu
Yaşasın Türk Milleti
Yaşasın Anadolu aydınlanması
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti Devleti
Yaşasın Dünyamız
Sevgi ve saygılarımla… V.Yılmaz