“Bir otel odasında gencecik çocuklar / Çırpındıkça bir yudum soluk için / Üzerine benzin döküp oynayanlar / Onlar birgün öpmeye eğilince çocuklarını / Dudaklarında duman ve yanık et kokusu / Boğum boğum tıkamaz mı soluklarını?” -Şükrü Erbaş-
2 Temmuz 1993 tarihinde Sıvas’ta yaşananlar yüzyılımızın en büyük dramlarından biridir.
Cumhuriyetin temellerinin atıldığı bir kentte, hayatın evrimine karşı durmaya çalışanların yarattığı vahşet dünya durdukça lânetle anılacaktır. Tanrı elçisi durumuna getirilenlerin, tanrılaştırılanların elini eteğini öpmekle cennetin kapısını araladığına, gömütlere yüz sürmekle günahlarından arındığına inananların her gün biraz daha çoğaldığı bir coğrafyanın yarınlarından kuşku duymamak olası mı? Güncel yaşamda işlerini ‘melek’ ve ‘şeytan’a havale eden ve öte yaşam düşleriyle kendinden geçenlerin Hassan Sabbah fedailerinden ne ayrıcalığı var? Vahşeti besleyen hurafelerle kuşatılıyor toplum. Özgür düşüncenin türevi olan bilim ve edebiyat reddedilerek kutsal varsayılan metinlere indirgeniyor hayat. Dayatılan öğretilerle bugünü ve yarını yok ediliyor insanın.
İnanç, binlerce yılın içinden çeşitli şekillere bürünerek gelen yaşama biçimlerinden sadece birisidir. Durağanlığına rağmen rağbet görmesinin asıl nedeni eğitim yoksunluğudur. Bu kulvarda yayın yapanlar kitaplarıyla, gazeteleriyle, görsel ve işitsel medyasıyla halkın düşüncesini dumura uğratıyor. İşin en yürek yakan yanı aydın bilinen kimi şairlerin, hayatı ve insanı yakanların safında yer almasıdır ki bu durum paranın tek Allah olduğunu göstermesi bakımından çok acıdır.
Madımak Oteli’nde yakılanlar arasında on iki yaşında çocuklar da vardı; Koray Kaya’nın yüreğinde uçurtmalar uçuşuyordu. ablası Menekşe ile Sıvas’a geldiğinde. Hayatın yakasında kir gibi duranlar kovalarla benzin taşıdılar bu güzelim çocukları yakmak için. Acaba hiç mi sızı duymadılar, hiç mi bunalmadılar? Kent merkezinde bulunan piyade ve jandarma birliklerinden, polis teşkilatından daha mı güçlüydü yangını çıkaranlar ki sabahtan akşama kadar bu yangına seyirci kalıp, salya sümük güruhun karşısına çıkamadılar? Bir düşünün, eviniz yanıyor ve içinde mahsur kaldınız; itfaiye teşkilatına haber vermişsiniz. Ümitle bekliyorsunuz gelmelerini. Geldik, geliyoruz diyenler kılını kıpırdatmıyorlar oysa…Ama:
“Ayrılık herkesin kapısını çalar birgün / Dağlar kararırken ya da günün eşiğinde / Onlar, saz kırıp şiir yakanlar / İçlerinde gezinen bir türküyle / Bastırmak isterlerse derinden ve sessiz / Çalmazlar mı duvarlara kirli bedenlerini?”-Ş.Erbaş-
Rastgele yaşamaya tutsak edilen toplumda boş inançlar baş tacı edilir oldu. Gerçekliğe kulaklarını tıkayıp gözlerini kapatanlar, anlatılan masalların birer kahramanı varsayıyorlar kendilerini.
Pir Sultan’dan Aşık Veysel’e Sıvaslı Ozanlar Anıtı’nı put sayarak parçalayanların, tek amaçları sevgiyi çoğaltmak olanları yakanların, bin yıl ötelerden gelip de aramızda dolaşmalarını aklım almıyor. Köy Enstitüleri’ni Halkevleri’ni kapatanların aklı alıyorsa bizlere de anlatsınlar. Nâzım Hikmet’in dediği gibi hâlâ uyanamadık:
Biz toprak üstünde derin uykulardayız / kalkıp uyandırın bizi / uyandırın bizi / Şehitler, Kuvâyı Milliye Şehitleri / mezardan çıkmanın vaktidir”
Açıkça şeriatla yönetilmemiz gerektiğini yazıp söyleyenler var. Hatta bu yolun,çağı yakalayabilmek için vazgeçilmez olduğunda ısrar edenler var. İrtica Elden Gidiyor isimli bir kitap. dosta düşmana ilân ediyor bunu. Belirli bir sistemin var ettiği ve bu tür yayınların öğretileriyle kuşatılan yığınların varlığı, eylemleriyle önümüzde yer alıyor artık.
Hüzün bulutları savruluyor kentlerden. Kir yağıyor ömrümüze. Hayat ırmağının akışına karşı durduklarını sananlar talan ediyorlar aşkları. Çürüyor düşlerimizin örgüsündeki yeşil orman. Tenimizi, canımızı incitiyor zehrin ustaları. Bu yüzden her gün biraz daha genişliyor yüzyılın alnındaki kan lekeleri. Metin Altıok, Madımak’tan sesleniyor bize:
“Yarın farklıdır bugünden / Adı değişir hiç olmazsa / Kara bir suyu / Geçiyoruz şimdilerde / Basarak yosunlu taşlara// Sen bugünden yarına / Birazcık umut sakla”
Bülent GÜLDAL