Son iki üç gündür Yunanistan devletinin tarihini ve bugününü inceliyorum.
Çok enteresan bilgilere ulaştım.
Tek cümlelik özetim;
“Batı Avrupa sömürge devletlerini yöneten zekaların sübvanse ettiği zorlama bir devlet.”
Tabii bu ana fikir cümleyi açmak lazım.
Avrupa’nın belli bir coğrafyası Katolik taassubundan kurtulup akla ve bilime yönelince bir iki asırda her alanda ilerleme yakalamış olması onları soğuk ve yeraltı kaynakları bakımından fakir olan coğrafyalarından dışarı çıkma gerekliliğini hissettirmiştir. Bu tarif sömürgecilik tarihinin de girişi sayılabilir.
Sırasıyla Amerika, Afrika; Okyanusya, Avustralya ve Uzakdoğu Asya gibi coğrafyalar, söz konusu endüstri devrimini yaşayan Avrupa ülkelerinin ihtiyaçları olan hammadde ihtiyacını en ucuza temin edebilmenin yegâne çözümü olan sömürgeciliğin alanları oldu.
Üst üste gelişen teknolojileri ve gelişen teknolojilerine paralel büyüyen devasa orduları bu çözümün tek enstrümanı idi.
İlerleme sadece endüstri ve askeri sahada olmuyordu.
Bu yeni sosyolojik yaşam eğitimli, orta tabaka zengini entelijasyon sınıfını da yarattı.
Bu sınıf daha 1-2 asır önce Vatikan Kilisesinden yetki devri almış yerel kiliselerin ulvi desteğini alabildiğince kullanan ve egemenlik sebebi sadece o kiliselerin varlığı olan feodal krallara çalışan klan köylülerdi.
Ulus bilinci olmayan, soylu ve sahip olarak bildikleri kral ve rahiplere neredeyse karın tokluğuna hizmet eden; sanattan, bilimden, eğitimden haberi olmayan dar görüşlü insan yığınları idi.
1-2 asırlık gelişmeler onlara seviye atlatmış, kilise ve kralların saraylarının üzerlerindeki baskısını ortadan kaldırmış; ticaret yapan, okuyan, mühendislik bilgilerine haiz, sanattan anlayan dolayısı ile estetik anlamda ilerlemiş insan gruplarına dönüştüler. Bu değişim geçmişlerini sorgulamaya itti. Büyük bir medeniyet yarattıklarının farkındaydılar ve geçmişlerini tarihsel parlak bir geçmişe dayandırma güdüsü hissediyorlardı. Ticaret, eğitim, istihbarat veya başka sebeplerle idareleri altında olmayan coğrafyaları geziyorlardı. O döneme ait birçok gezi ve anı kitabı vardır. O anı kitaplarının yazarları batı Avrupa’nın sıradan tüccarları, keşişleri, coğrafya, tarih veya felsefe dallarında eğitim görenleri ve askeri kimliklerini kamufle eden istihbarat sivil askeri personellerdir.
Avrupa’da bu anı kitapları basılıp satışa arz edilince en çok ilgi çeken coğrafya bugün Yunanistan dediğimiz ülkenin topraklarına yapılan gezi kitapları oldu.
O coğrafyayı gezen Avrupalılar karşılaştıkları antik Helen şehir ve kalıntılarını öylesine ballandıra ballandıra anlatıyorlardı ki okuyucu da “vay be… Zamanında Avrupa’da böyle bir medeniyet varmış. Demek ki biz onların mirasçıyız” algısı yarattı.
Bugün Batı Avrupa’da herhangi bir kente gidin ve yoldan rastgele birini çevirin. Köklerini sorun size verecekleri tek cevap: ataları olarak size antik Roma ve antik Helen’den geldiğini anlatırlar.
Bugüne değin süren bu algı, akıl ve bilime yönelmiş Batı Avrupalıların belki de sosyolojik tek romantizmidir.
Onların bu sosyo-romantik algısı keşke masum olsaydı. Olmadı. Bizim için çok kanlı bir sürecin dayanağı oldu.
Bugünkü Yunanistan malumunuz Osmanlı idaresinde idi. Osmanlı vergisini aldığı sürece kimsenin diline dinine ve günlük yaşamına müdahil olmuyordu. Hatta Osmanlı padişahları her ne kadar dindar Müslüman kişiler gibi yaşasalar dahi aynı zamanda kendilerini Ortodoks Hristiyanların da sultanı olarak görürlerdi. Osmanlının tahammül etmediği Katoliklerdi. Bu düşmanlığın sebebi nedir tartışılır. Ancak temelinde ilk atalarından olan 3. Padişah 1.Murat’ın anasının, bizde Nilüfer hatun diye bilinen Bizans prensesi Honoforia’dan kaynaklı “ana tarafımız” bilinçaltı olması kuvvetli bir ihtimal olabilir. Çok incelenmesi gereken bir konudur. Neyse konuyu dağıtmayayım..
Biz dönelim yine 19 yüzyıl başlarına. Antik Helen hayranı sosyo-romantik Avrupalılar çok geçmeden ülkelerinde antik Helen’in, Osmanlı’dan bağımsızlığını almasını içeren propagandalara başladılar. Bu propagandalar ülkelerini yöneten zekaların Ortadoğu politikalarına da uygundu. Zira bu coğrafya ya denizden komşu olan Ön Asya’da zengin petrol yatakları vardı ve petrolün kıymeti yavaş yavaş anlaşılıyordu. O bölgelerin emniyete alınmasının ilk aşaması, o coğrafyada Avrupa güdümünde bir devlet yaratılması ile olacağı gerçeği mevcut propagandalara devlet desteğinin gelmesini sağladı.
Sonrası malum… Önce 1821 Mora isyanı ile başlayan kanlı mücadeleler ve 1830 Edirne Sulhu ile Mora ve Atina çevresinde kurulan Yunan krallığı. Ardından 1864 savaşı ile Krallığın sınırlarının kuzeye doğru ilerlemesi. 1897 savaşı ile daha kuzeye uzaması. 1912 balkan savaşı ile Meriç nehri ve ege denizindeki neredeyse tüm adalara sahip olan Yunan krallığı.. Yine yetmedi. Süreç 1919-1922 Türk istiklal savaşı ile Anadolu’da Haymana Bozkırından geri döndü ve bugünkü sınırlarda kaldı.
1821’den 1922’ye kadar ki süreci bir çırpı da ne kadar basit yazdık değil mi?.. Oysa bu yüzyıl biz Türkler için kan, gözyaşı ve göç demekti. Avrupalı romantikler ile Avrupalı iktisat devlet zekasının ürünü olan Yunanistan devletinin tarihi kanlıdır.
Hadi bize kıydılar. Biz onlara göre kıyılması gereken bir milletiz.
Peki bugün Yunanistan adı verilen devletin milleti olan Yunanlılar için durum nedir? O romantik Avrupalılar bu coğrafyada ayaklanma propagandaları yaparlarken muhatap oldukları Aristo, Anaxmandres, Püloton falan değildi. Ulus bilinci olmayan cahil Ortodoks köylülerdi. Bu adamları ayaklandırmak için ulus söylemi yetersizdi çünkü anlamını bilmiyordu. Ayaklandırmanın tek dürtüsü inanç, yani dindi. Öyle de yapıldı. Sürekli din kaşındırıldı. Ayaklanmaların hepsi bu sayikle yapıldı. O yüzden ben bu isyanlara asla Yunan isyanı demem. Ortodoks isyanı derim. Sebebi basit… 19. yüzyıl başlarında o coğrafya da kimse kendisine Yunan demiyordu. Böyle bir kavram yoktu. Rumca konuşan Ortodokslar, Arnavutça konuşan Ortodokslar, Makedonca konuşan Ortodokslar, Ulahça konuşan Ortodokslar vardı. Avrupalılar bunların hepsine Yunan dedi. Kısa süre de zorlama bir tanım olan Yunan kavramını Rumlar kendilerine devşirdi. Bugün Yunan demek neredeyse Rum ile aynı anlamdadır.
Yunanistan’da bugün Ulahlar, Makedonlar ve Arnavutlar halen vardırlar ama kamusal alanda yok sayılmaktadır. Mora ve Taselya’da Arnavutça konuşan kalmamıştır. Oysa ki bundan 150 yıl önce anılan iki bölge de en çok konuşulan dil Arnavutça idi. Ne oldu derseniz o Arnavutlara peki?.. Asimile oldular. Geçtiğimiz yüzyıl yani 20’nci yüzyıl başlarında Makedonlar, Ulahlar ve Kuzeyde yaşayan Arnavutlar nihayet asimilasyonu fark ettiler ve bugüne değin bazen düşük bazen de yüksek dozda Rum’laştırılan Yunan devletine karşı kültürel hatta sıkça da siyasi olarak direniş göstermektedirler.
Kısaca Yunanistan’da Avrupa’nın göz ardı ettiği büyük bir etnik kimlik sorunu vardır. Batı Trakya Türk varlığı ile sosyo-ekonomik nedenlerle bağımsızlık isteyen Girit’lilerden ise hiç bahsetmedim bu yazıda.
Ben bunları biliyor iken Türk Dışişleri Bakanlığını yöneten zekanın bunları bilmemesi mümkün mu?. Biliyor elbet. Neden Yunanistan’ı bu zaaflarından sıkıştırmaz?
Bu sorunun cevabını siz okuyucuların takdirine bırakıyorum.
Oğuz Geren