Kapitalist düzen, akıl alabildiğince bildiğimiz ne varsa ekonomik bir değer olarak görmeye ve bu ekonomik değeri alınır satılır hale getirmeye dayalı bir düzendir.
12 Eylül sonrası demokrasiye geçiş döneminde Turgut Özal ile Necdet Calp arasında seçim öncesi yaşanan “köprüyü satarım – sattırmam” tartışması aslında bu düzenle tanışmamızın ilk somut örneklerinden biriydi.
1994 yılında Mümtaz Soysal‘ın TELEKOM’un satışına karşı açtığı dava nedeniyle, AKP iktidarı tarafından 2004 yılında yasa çıkarılarak Türk TELEKOM’un yüzde 51 hissesinin blok satışı da benzer tartışmalara sahne olmuştu. Toplum, “satılsın” görüşünde olanlarla “satılmasın” görüşünde olanlar ve arada kalanlar olarak üçe bölünmüştü. İşin ilginç yanı geçmişin kimi solcuları arasından da “satılsın” yanlıları çıkmasıydı.
Özal ile Calp arasındaki tartışmayı televizyon başında izlerken, demokrasinin kapitalist sisteme sağladığı ayrıcalıkların da henüz farkında değildik.
Kapitalizm, eline ne geçerse, allayıp pullayıp satabilmeyi, üstelik bunu başarırken de karşındakini, kendi etik değerleri içinde, “kandırmayı” olağan karşılayan bir sistemdi. İşte Türkiye bu “kandırma”nın farkında değildi. Üstelik köprünün gelirlerinin satışıyla ilgili tartışmada olduğu gibi, kapitalist anlayış, demokrasilerde kendini daha kolay anlatabiliyordu. Çünkü kapitalist anlayış, bir ekonomik olayın orta ve kısa vadede yaratacağı parasal etkileri kolayca dile getirirken, karşısındaki sol anlayış parasal etki yerine toplumsal çıkarları anlatmaya çalışırken, insanların günlük yaşama ilişkin ekonomik kaygıları arasında boğulan 12 Eylül faşist darbesinin şeytanlaştırdığı kavramları savunuyordu.
Eski kovboy filmlerinde iksir satıcıları vardır. Biri aslında yaşlı olmamasına rağmen, elinde bastonlu, yaşlı ve derbeder görünümlü, diğeri başında silindir şapkası, saygı uyandıran frak giymiş şık görünümlü iki kişi, at arabasıyla kasabaya yaklaşır. Kasabanın dışında ayrılırlar. Kasabaya farklı yerlerden girdikten sonra ve birbirini hiç tanımıyor gibi kasabanın barında farklı yerlere otururlar. Şık giyimli olan bir süre sonra elindeki şişeyi göstererek şişedeki iksirin her türlü derde ve hatta yaşlılığa bile iyi geldiğini söyler. Denemek için iksirden içen elinde bastonlu, yaşlı ve derbeder görünümlü arkadaşı, bir anda bastonu fırlatır atar ve dans etmeye başlar. İki kafadarın arkadaş olduğunu bilmeyen kasabalılar yaşlı ve derbeder görünümlü adamın iksiri içince iyileştiğini sanıp iksirden satın alma yarışına girer. İki kafadar bir sonraki sahnede kasabanın dışında buluşmuş kazandıkları paraları saymaktadır.
İşte kapitalizmin çıplak özeti budur ve aslında “kandırmak” üzerine kuruludur. Başarı, bir malı veya hizmeti olabilecek en yüksek bedelle başkalarına pazarlamak olarak tanımlanır. O mal veya hizmete toplumun veya bireyin gereksinim duyup duymamasından çok o mal ve hizmete özendirilmesi önemlidir. Toplumun bir yarasına pansuman olup olmadığı ile değil, o işten nasıl para kazanıldığı ile ilgilenir.
Turgut Özal’ın gelirini sattığı Boğaz Köprüsü veya 15 Temmuz darbe girişiminde kamusal önemi bir kez daha anlaşılan TELEKOM, aslında sarı öküzlerimizdi. Bu sarı öküzleri verdikten sonra ne sağlık kaldı satılmadık ne de tank palet fabrikası… Kapatılan Hıfzıssıhha Enstitüsünde üretilen aşıların yerine ithal ettiğimiz aşılara muhtaç kaldığımızda, yarın “ya dövizimiz olmazsa” demedik. Dövizimiz olsa bile; “ya bize satmazlarsa” da demedik.
Günümüzde, kamu-özel iş birliği adı altında yapılanları gördüğümüzde, Özal’ın köprü gelirlerini satışa çıkarması ne kadar da masum görünüyor gözümüze… Ancak unutulmaması gereken, karma ekonomik modelden, serbest piyasa ekonomisi adı altında pazarlanmış vahşi kapitalist sisteme geçişimizin en önemli adımları da Özal zamanında atılmıştır.
Toplumsal çıkarlar açısından mülkiyeti kamuya ait olması gereken ekonomik varlıklarımız var. Bu varlıklarımız günümüzde özelleştirilmiş olduğu için ekonomiyi yeniden canlandırmak için kullanamamaktayız. İşte bu nedenle de geriye sadece piyasaya yapılan yapmacık baskı ile dövizi satmak, dışarıdan örtülü ödenek benzeri borç bulmak kalıyor.
Günümüzde asıl konuşulması gereken “kamusal mülkiyet hakkı”dır.
İşte tam da bu yüzden Dünya çapında yaşanan salgının yarattığı ekonomik kriz mülkiyet hakkını ve uluslararası parasal düzeni sorgulatmaya başladı.
Almanya’da yayınlanan dünyaca ünlü Der Spiegel dergisi 30 Aralık 2022 günü, kapağında Karl Marks‘ın resmi ile çıktı. Daha da önemlisi, “her şeye rağmen Marks haklıydı” başlığını ve altında “kapitalizm artık neden işlevsel değil ve nasıl gözden geçirip yenilenebilir” sorusunu sormaları bu sorgulamanın sonucudur.
Belki de mülkiyet hakkının sınırları yeniden gözden geçirilmelidir. Hangi alanlarda kamusal mülkiyet hakkının öne çıkarılması gerektiği tartışılmalıdır. Ekonominin sıkıştığı dönemlerde, iktidarlara üretim araçlarını da kullanarak ekonomilere müdahale etme şansı tanıyacak yeni yollar bulunması gerekecek gibi görünüyor. Ayrıca Uluslararası sermayenin sınırsız büyümesi de demokrasilere bir tür tehdit oluşturmaya çoktan başladı… İktisadi ekosistemi “zor günleri düşünerek” planlamadığımız sürece, kapitalist sistemin aldatmacalarına kanmaya devam eder ve sürekli aldatılan ve sömürülen olarak kalırız. Üstelik bu sömürüye kendi iş insanlarımızı da kurban vererek…
Dr. Birgi Tuna
birgituna@gmail.com