“ Üstad, sevi dolu aylardayız; yaşım on yedi. Şu umut ve kuruntular çağı dedikleri; inançlarımı, umutlarımı, coşkularımı, şu ozanlara vergi şeyleri dile getirmeye giriştim. Bahar dediğim işte benim. Bu şiirleri okurken, pek öyle burun kıvırmayın sakın. Adım pek duyulmuş değil; ne önemi var ama? Ozanlar kardeş sayılır. İnanç dolu, sevgi dolu, umut doludur bu şiirler; hepsi bu. Sayın üstad, üstadım; bana destek olun biraz: Gencim: Biraz el uzatın bana.” -A.Rımbaud; 24.5.1870-
Yaklaşık yüz elli yıl önce, şairin Theodore de Banvılle isimli birisine yazdığı mektuptan alıntıladım yukardaki satırları. Bugün, bu ‘üstad’ın adı, ‘kafiye manyağı’ olarak anılıyor kaynaklarda, ama Rımbaud adı ve şiiri dünya durdukça yaşayacağa benziyor. Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirilerinden okuduğum hayatına ve şiirlerine dair duyduğum yakınlık, Tahsin Saraç’ın çevirdiği mektuplarını okumamla daha da pekişti.Yeteneği saklı tutarak, şair olmakta ayak direyen birinin önce kendisini yani insanı tanımasının gerekirlilik olduğunu öğrendim. Bu arada, birilerinin koyduğu kuralları iş olsun diye uygulayan ve yaşamını zindana çevirenleri tanıdım. Kavramlarla gerçek, ben ile yaşam örtüştüğü anda kendini tanrı sananlar ölüyordu, bunu gördüm.
‘Gencim: Biraz el uzatın bana’ yakarışındaki ümit ve hüzün yüreğimi yakıyor. Gerçek yaşamdan vazgeçip, öte yaşam düşüyle kendini ve okuru avutanların ‘üstad’ varsayıldığı dönemler yineleniyor demek ki. Kırılmaların, küskünlüklerin oluşturduğu bu tabloda kımıltıların şiiri ve başkaldırının şairi başrolleri oynuyorlar. Zamanın her diliminde dört mevsim çiçeklenip, insanlık bahçesine kimi zaman haz kimi zamansa hüzün yayıyorlar. Yaşama ve insana özge olanın zorunlu anlatımıdır bu durum. Her bedenin, özellikle şairlerin değişik motiflerle besledikleri inancın, sevginin, ümidin ‘üstad’lığının olamayacağının göstergesidir. Dili kullanmak, coşkuyu yansıtmak apayrı bir hünerdir. Algının birikimle beslenmesi, harmanlanması sonucu ortaya çıkarılan ürünlerin, söylemlerin yeniliğinden, özgeliğinden söz edilebilir ancak. Kavram ile gerçeği bütünleyen ve yeniden çözümleyenin, ‘üstad’ geçinen yargıçlara gereksiniminin olduğunu sanmıyorum. Bu bağlamda, zamanın üzerine egemenliklerini kuran ‘üstad’lar, kirli siyasetçilere benziyorlar. Bunların bugünkü yargıları, elli yıl sonrasının yaşam biçimiyle asla örtüşmeyecektir.
Basılıp da dağıtılamayan ve yarım yüz yıl sonra, bir sandık odasında tesadüfen bulunan Rımbaud’un şiirleri, onlarca yıla rağmen nasıl yaşamla örtüşüyorsa, hızını ve ateşini insani öğelerden alan benzeri dizeler de bir yolunu bulup günışığına çıkacaklardır mutlaka. Şair ne diyordu:
“Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum / fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz / aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum / yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz / ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar / pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem / doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar / mahkûm gemilerinin ardında yüzemem”