Yaşamla başlayan duygular, yaşam boyu gelişir ve zenginleşir. Her insanın kendine özgü duygulanım özelliği vardır ve duygusal tepkileri birbirinden farklıdır.
Her ne kadar öznel olsalar da duygular; toplum kültürü, inanç, değer yargıları ve ahlak kuralları gibi unsurlardan etkilenir ve çoğu zaman da bastırılır. Yani duygularınızı her zaman hissettiğiniz şekliyle yaşayıp, ifade edemeyebilirsiniz.
Sosyoloji fahri profesörü ve yazar A. Russel Hocschild “The Managed Heart” adlı kitabında, “İnsanların hissettikleri ve ifade ettikleri toplumsal normlara, kişinin sosyal sınıfına, konumuna ve kültürel faktörlere bağlıdır” der.
Hocschild’in vurgulamak istediği, duyguların temelindeki biyolojik destek ne olursa olsun, insanların hissettikleri ve ifade ettikleri duyguların çoğunlukla toplumda var olan kültür tarafından belirlendiğidir.
Yıllar önce tam da bu tespiti doğrular bir olay yaşadım.
Eşim vefat ettiği gün bizim evde yas, yan evde de kına eğlencesi vardı. Daha doğrusu eğlence olduğunu, bizden izin almaya geldiklerinde fark ettim.
Yaşamın gerçekleri. Üzüntü ve sevinç aynı anda yan yana gelebiliyor. İçim kan ağlasa da daha önceden planlanmış kına eğlencesinin iptal edilmesini istememin, bencil bir davranış olarak algılanacağını düşündüm ve devam edebileceklerini söyledim. Öyle ya hayat, benim acıma rağmen devam ediyordu ve ben, hayatın ertelenecek kadar uzun olmadığını tecrübe ediyordum o akşam.
Elbette benim bu davranışım ve kına evinin eğlenceye devam etmesi, birçok kişi tarafından yadırgandı haklı olarak. Toplum kültürümüz üzüntü ve sevincin bir arada yaşanmasına alışık değildi. Bir tarafta acı bir kayıpla sarsılan duygular, bir tarafta yaşamın devamlılığına yeni bir başlangıcın sevinci vardı.
Ancak bu hoşgörümün, duygularıma değil tamamen düşünce tarzıma ait olduğunu itiraf etmeliyim. Yani derin üzüntümü içimde hapsettim o gece.
Ardından, çocuğum çok küçük olduğu için metanetli olmam yönünde nasihatler dinledim, yakın çevremden. Dik durmam gerektiğine inandım ve yasımı olması gerektiği gibi yaşayamadım. Otuzlu yaşlarımın başındaydım ve susturduğum duygularım içimde patlamaya hazır volkan haline geldi. Belli etmemeye çabalarken önce fiziksel sonra psikolojik rahatsızlıklar kapımı çaldı.
Migren, sırt ve eklem ağrıları, diyabet, panik atak gibi günlük yaşantımı zora sokan rahatsızlıklarla boğuşurken, yine işim gereği ki A. Russel Hocschild buna “Duygusal Emek” diyor, hislerimi saklamak zorunda kaldım. Ta ki beynim kontrolü ele alıp sistemi kapatana dek.
Bu benim hikâyemdi. Biliyorum ki buna benzer daha nice olaylar yaşanıyor, duyguların bastırılması ile ilgili. Bazen yeri ve zamanı değil diye, bazen karşımızdaki kişi kırılıp, üzülmesin diye. Bazen zayıflık göstergesi olur diye, bazen nazar değer endişesi ile bazen el âlem yargılamasın diye, bazen de yüzleşmek, mücadele etmek istemediğimiz için erteler veya bastırırız duygularımızı.
Farkında veya farkında olmadan yaptığımız ve sadece yaşanan o anı kurtaran, zamanla içimizi doldurup taşıran duygu bastırma yöntemi; yaşam boyu sayısız zararla gün yüzüne çıkıyor ve üzeri örtülen her bir duygu, taşıması zor ağır yükler haline geliyor.
Antik Çağdan günümüze farklı kavram ve anlamlar altında ele alınsa da uzun yıllar felsefe ve psikoloji alanında daha sonra tarih, antropoloji ve sosyoloji gibi farklı bilim dallarının merak ve araştırma konusu olan duyguların tarihsel seyrine baktığımızda; eski çağlarda özellikle din etkisi ile duyguların insanlardan uzak tutulması görüşü hâkimdi.
Orta çağda ise beden-ruh, akıl-duygu ikiliği fark edildi ve aynı zamanda duyguyu yaşamanın, insan olmanın bir gerekliliği olduğu görüşü savunuldu.
18. yüzyıla gelindiğinde, duygusu olmayan insanın makineden farksız olduğu vurgulanarak, duyguların önemli olduğu dile getirildi.
Günümüzde davranışların gerisinde bilinçli ya da bilinçdışı duyguların varlığı kabul edilmekte ve bunların bastırılmadan, tam olarak yaşanmasının psikolojik sağlık için gerekli olduğu kabul ediliyor. Çünkü duyguları fark etmek ve ifade edebilmek aynı zamanda iletişimin önemli bir parçasını oluşturuyor.
Şimdi sizlere sormak istiyorum.
Üzerinde asırlardır farklı bilim alanlarında araştırma yapılan; ruhsal, fiziksel sağlığımız ve birbirimizi anlayabilmemiz için hayati önemi bilimsel olarak da kanıtlanmış olan duygularımızı, günümüzde hala neden gerçek anlamda hissedip yaşayarak ifade edemiyoruz?
Acı kişinin kendi başına gelmediği zaman asla anlayamadığı bir duygu .Çünkü empati yoksunuyuz .Malesef benimde yaşadığım acı kayıplardan sonra insanların davranış şekillerinden dolayı böyle düşünmeme sebep oldu.
Demet hanım, yazınızı soluksuz okudum.
Kendimi buldum orada.
Russel Hocschild harika ifade etmiş. “İnsanların hissettikleri ve ifade ettikleri toplumsal normlara, kişinin sosyal sınıfına, konumuna ve kültürel faktörlere bağlıdır”
Ki zaten bu konu ile ilgili tam da benim yaşadığım bir durum geldi aklıma.
Beni anlatmış.
Yine de ucundan kıyısından bir nebze de olsa yakaladım sayılır hayatı.
Ama… Hissediyorum.
O çürümüş kültürün içinde bunalmış biri olarak
İçim acıyor çoğu kez.
Nereden geldim. Neden geldim.
Öyle gidiyor işte.
Ama iyiyim.
Detayları boş ver.