Sıcak bir oda, rahat bir yatak ya da gösterişli, leb-i deryadan çok daha fazlasıdır ev dediğimiz yer.
Bazen güvenle sarılabileceğiniz sımsıcak bir kucak, bazen rahatlamanızı sağlayan bir omuz, bazen yıldızların altında incecik bir şilte, bazen de yemyeşil ormanda akan bir derenin kenarı…
Göçebe ruhumun peşinde, “Neden bir yerde kök salamıyorum?” diye düşünürken fark ettim evimin, yüreğimin olduğu yerde olduğunu.
Tıpkı Susanna Tamaro’nun “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” adlı kitabında anlatmaya çalıştığı gibi yüreğinizin götürdüğü yerde özgür ve güvendeyseniz, olduğunuz gibi kabul görüyor, umursanıyor, seviliyor, yeterli ve değerli hissettiriliyorsanız, evinizi bulmuşsunuz demektir.
Zira bedenen ve psikolojik olarak var olduğunuz yerdir eviniz.
Mesela ailenizdir. Sofra başında tatlı sohbetler, anne yemeklerinin mis kokusu, sevgi ile paylaşılanlar, zor zamanlardaki dayanışma, sevildiğini ve güvende olduğunu bilmek…
Kimi zaman arkadaşlarınız, dostlarınızdır. Mükemmel olmak zorunda olmadığınızı hissettiren, yargılamadan dinleyen, düştüğünüzde elini uzatan, ekmeğini, suyunu paylaşan…
Tutkunları için doğadır. Yaşamanız için gereken her şeyi kin tutmadan cömertçe sunan…
Birbirine dokunan yüreklerdir mesela. Yalnız olmadığınızı, samimiyeti, aşkı, sevgiyi ve iç huzurunu hissettiren…
Ve ilgiyi, saygıyı en çok hak eden bedeninizdir, eviniz.
Ya sizin eviniz neresi, hiç düşündünüz mü?
Yaşadığımız deprem felaketinden sonra enkaza dönen bina yığınları bana tekrar hatırlattı evimizin neresi olduğunu.
Sanırım o kara günden beri depremzedeler için de ev, canla başla yardıma koşan güzel insanların yürekleri oldu.
Sevgi ile uzanan eller, “Biz buradayız” diyen diller, göçüklerin altında can arayan, yaraları sarmaya çalışan, çocuklara kol kanat geren gönüllülerin yürekleri…
Ya sizin eviniz neresi?