“Yağmur Oğlum! Bugün tam birbuçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi iyi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Rumenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun!” 1941 yılında Mustafa Nihal Atsız’ın(Türkçülük akımının mimarı) yazdığı ünlü vasiyetinden… Yani diyeceğim şu ki her partimizin ayağında prangalar var… Bu prangalardan kurtulmadan ülke siyasetinde ülkeyi yönetir hale gelebilmek sanıldığı kadar kolay değil…
…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nasıl kurulduğunu, nasıl ayakta kalabildiğini, nasıl büyük sıkıntılar ve acılar çekildiği konusunda binlerce sayfa okudum. Sizler de okudunuz. O nedenle diyeceğim o ki biraz empati yapmak zorundayız… Kuşku kaygıyı, kaygı da her zaman ayrışmayı tetikleyebilir. O nedenle paylaşımları mı bir iç sorgulama olarak görün ve düşünün, araştırın ve en azından karşı taraftaki insanlarımızı anlamaya çalışın, çalışalım…
Kürtlere yönelik tehcirler Padişah Abdülhamit dönemine kadar uzanır. Abdülhamit, şöyle demekteydi: “Rumeli’de ve bilhassa Anadolu’da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel Kürtleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır.” (Abdülhamit, Siyasi Hatıraları, Derya Yay. syf. 84) Kürtlere yönelik İttihat ve Terakki döneminde çıkarılan “Tehcir Kanunu”nda şöyle deniyordu: “Madde 12: Kürtler ufak ufak kafilelere ayrılıp, silahlarından arındırılarak değişik bölgelere gönderilecek ve orada genel nüfusun yüzde beşini geçmeyecektir.” 14 Haziran 1934’de çıkarılan 2510 sayılı İskan Kanunu’nda da şöyle denilecektir: “Madde 9. (…) Türk kültürüne bağı olmayan göçebeler, toplu olmamak üzere kasabalara serpiştirmek suretiyle Türk kültürlü köylere dağıtılıp yerleştirilecek (…)” “Madde 11.a- Ana dili olmayanlardan [yani ana dili Türkçe olmayanların herhangi başka bir ana dilinin olamayacağı gibi anti bilimsel bir düşünce, yasaya böyle kaydedilmiş.] toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle… kurması yasaktır.” “Madde 11.b- Türk kültürüne bağlı olmayan ve Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkındaki harsi (kültürel), askeri, içtimai, ve inzibati sebeplerle(…) toptan olmamak şartıyla başka yerlere nakil [edilecektir].” Son olarak da 1940’lardan resmi politikanın ifadesi olan belge aktaralım: 5 Ağustos 1942’de açıklanan Hükümet Programı’nda “Anadoluyu Türkleştirme”nin henüz kesin sonuca ulaşmadığı ve bu anlamda da söz konusu siyasetin hala devam ettiği görülür. Dönemin CHP’li Başbakanı Rüştü Saracoğlu tarafından okunan programda şöyle denilmektedir: “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar … bir vicdan ve kültür meselesidir. … İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir”.
1913’ten itibaren, Osmanlı İmparatorluğu Romanlar’a kapatıldı. 1917 ve 1935 İskan Kanunları’nda da Romanlar’a yönelik bu yasak sürdürüldü. 1913’te, Arnavutlar, İttihat ve Terakki’nin kararıyla sınır dışı edildiler. Aynı dönemde, Boşnaklar, İç ve Doğu Anadolu’ya mevcut nüfusun yüzde 10’unu aşmayacak oranda yerleştirildi.
1916’da, sürgüne yollanan Araplar, İç ve Batı Anadolu’da zorunlu iskana tabi tutuldular. Dürziler de iç kesimlere gönderildi. Trakya bölgesinde yaygın olarak yerleşik bulunan Yahudiler, 1918’de sürüldüler veya terketmek zorunda bırakıldılar.
Çoğu Rusya’dan gelen Gürcü ve Lazlar, Anadolu’da yerleşik Çerkesler, Pomak, Süryani, Keldani ve Sırplar da, İttihatçılar’ın bu politikaları çerçevesinde Anadolu içinde oradan oraya gönderildiler.
Yumuşatarak şöylece bir değerlendirme yaptım. Bunları yapan İttihat Ve Terakki Partisi de Anadolu’nun ikinci bir Makedonya olmasını engellemekti. Bizlere bu vatan öyle kolay gelmedi hepimiz biliyoruz. Ve en büyük korkumuz da çözülmek ve birbirimize düşmek Allah korusun bir iç savaş yaşamak korkusu…
….
Niyazi Berkes hocamız Atilla İlhan ile konuşmasında Osmanlı’daki Türkçülük hareketi’nin, düpedüz anti/emperyalist bir ‘savunma’ hareketi olarak ortaya çıktığını ama, doğrusunun ‘halkçı’ bir hareket olduğunu, söylüyor.
Niyazi Berkes hocamız(‘Türk Düşününde Batı Sorunu’, s. 233/235, Bilgi Yayınevi, 1975) kitabından iki alıntı…
“…ilk defa olarak Tanzimatçı, Yeni Osmanlıcı ve İslamcı çeşitten olmayan bir Batı anlayışı, Meşrutiyet’le ortaya çıkan ‘Halkçı’ aydınlar arasında belirmiştir. Bugün bize hangi edebiyat kitabını açsanız, orada, Meşrutiyet’le birlikte bir ‘Milliyetçilik’ ve ‘Milli Edebiyat’ akımı başladığı iddasını görürsünüz. ‘Halkçılık’ ve ‘Toplumculuk’ akımından ise hiç söz etmezler. Halbuki gerçek olan şudur: ‘Milli Edebiyat’ akımı ve ‘Milliyetçilik’ ‘Halkçılık’ hareketinden sonra ve hücumlar karşısında aldığı şekil olarak doğmuştur…”
“…Peykçi Batıcılar, Osmanlıcılar, İslamcılar, yani bütün ‘alafranga’ aydınlar, ‘Halkçılara’ hakaret ya da alay etmek için ‘Türkçü’ adını taktılar. (Türk o zaman, kaba cahil halk demekti. Osmanlıcılarla İslamcılar okumuş kibar kişiler olduklarından, kendilerini Türk saymazlardı) Halkçılık, yavaş yavaş Türkçülük – milliyetçilik/kavmiyetçilik – olarak tanınmaya başladı…”
Hocamız kitabında çok önemli bir noktaya vurgu yapmaktadır. “Türkiye’de meydana çıkan ‘Halkçılık’ hareketinin, aslında, eski Rusya’da gelişmiş ‘Narodniçetstvo’ (1870/1890) Halkçılığı’nın, Balkanlar üzerinden Osmanlı’ya yansımış bir şekli olduğuna işaret ediyor. Plekhanov’un eleştirileri dolayısıyla, üstünde epey kafa yorduğum o hareketin, aslında ülkemizde Türkçülük ‘ateşinin’ ilk kıvılcımlarından birisi olduğunu işitmek, beni heyecanlandırmıştı. Neden derseniz, nedeni belli: Türkçülüğün sonradan Naziler tarafından Irkçı/Turancı, ABD tarafından Ülkücü vb. Etiketlerle, nasıl soldan sağa çekildiğini farketmek kolaylaşıyor.
Bunu II. Dünya Savaşı ve ‘Soğuk Savaş’ boyunca, hayli acı çekmiş Türkçüler’in anlamaya başlaması, bu açıdan da son derece önemli sayılmalıdır.”(Atilla İlhan)
…
3 Mayıs 1944
Atatürkçü gençliğin bölündüğü gün…
İnsan bir kez diktatör olmaya görsün maiyetini bölmek ister…
İnönü de o yıllar da diktatör duruşu gösteriyordu.
Hem cumhurbaşkanı hem CHP parti başkanıydı…
Savaş yıllarıydı…
Tek Millet, Tek Devlet, Tek Din diyordu…
Bir yandan Köy Enstitülerinin çoğalmasına çalışıyor bir yandan da Milli Şef olmak üzere katı uygulamalarıyla halk büyük bir sıkıntı içindeydi…
Nihal Atsız ile Sabahaddin Ali arasında var olan sürtüşmeyi değerlendirmek istiyor gibiydi…
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Sabahaddin Ali’nin kulağına dava aç diye fısıldamıştı. Bu fısıldamanın tabanında o yıllar da Köy Enstitüleri üzerinde başlayan eleştiriler de etkili olmuştu. Dikkatin dağıtılması düşünülmüş olabilir miydi bilmiyorum…
Dava açıldı. İlk duruşma 26 Nisan da yapıldı.
3 Mayıs 1944’e ertelenen duruşma da salona sığmadı, Nihal Atsız’ın yanında yer alan gençler… Komünistler Moskova’ya diye bağırıyorlardı…
Mahkeme “vatan haini” sözünü hakaret saymaz, sövme kabul eder, hafifletici nedenlerle ceza vermez..
Milli Şef buradan vazife çıkarır ve Nihal Atsız ile kim bağlantılıysa hepsini tutuklatır. Sayın merhum Türkeş te gözaltına alınanlar içindedir.
Bir yıl geçmeden bu sefer “Tan Baskını” olur ve bu sefer de ülkenin yurtsever gençleri ve düşün adamları tutuklanır…
Her zaman bu kural değişmez…
Diktatörler birleştirici olamaz. Ayrıştırmaktan ayrıştırıcı olmaktan medet umarlar…
İnönü’nün uzun yaşaması hatalarından ders çıkarması ve doğruyu işaret etmesi bizlere ders oldu, olmalı…
Birleşmek zorundayız…
Emperyalizm bizi yani “Türk” kelimesini silmek istiyor…
Bir olmalıyız, birlik olmalıyız ve gür bir şekilde “Türk Milleti” nin onurlu fertleriyiz diye içtenlikle bağırabilmeliyiz…
Ne Mutlu Türk Diyene değil,
Ne Mutlu Türküm Diyene…
Unutmayalım ki daha sonradan merhum sayın Türkeş, Nihal Atsız ile bağlarını kesmiş ve ülkücü gençlere doğru ışığı göstermiş…
3000 bin yıl sonra adında Türk olan devletimizi kurduk ve bunu ölünceye kadar ve sonsuzluğa kadar korumak bu ülkeye ve kurucularımıza namus borcumuz olmalıdır..
……
Diyeceğim şu ki “Türkçü” ile “Türk” olmak aynı şey değildir. “Türkçü”yüz dediğimizde bu şovenizme kayar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra “Türkçü”lük de geride kalmıştır, kalmalıdır. Biz “Türkçü”lüğü savunduğumuz sürece diğeri de “Kürtçü”lüğü yada “dinci”liği savunacaktır. İçinde bulunduğumuz dönemin en önemli özelliği ötekileştirmeye karşı bir duruş göstermesidir.
Ne Mutlu Türküm Diyene sözünü haykırıyoruz, dünyaya, çünkü içine hepimiz giriyoruz.
Ne Mutlu Türk Diyene dersek altına kimse girmez ve emperyalizmin tuzağına düşmüş oluruz, diye düşünüyorum..
3 Mayıs’ı Türkçülük günü olarak kutlayalım tamam da takılıp kalmayalım demek istiyorum..