Bir zamanlar, Tanrı ve Tanrıçalar’ın cirit attığı İda Dağı’nda, meşeler, sumak, tesbih ve çam ağaçları arasından geçip giderken, toprağın göğsüne yayılmış olan bitkileri ince nakış işlenmiş bir kaşkola benzetiyorum; ağaçların gövdelerine sarılarak gökyüzüne doğru uzanmaya çalışanların yanı sıra, irili ufaklı kayaların etrafını saran bitki kümeleri aldan mora, yeşilden sarıya renklere bölünüp, yaşadığımızı duyumsatıyorlar. Baş döndüren bir şölende genleşen gövdelerin sesi duyuluyor. Toprağın ve havanın yüreklere tatlı ürpertiler salan kımıltısı, kendine özge bir türküyü söylüyor sanki.
Dağın zirvelerine baktıkça beyazlıklar ağıyor içime. Rüzgârın tepelerden toplayıp getirdiği kokular çamlara karışıyor. Fesleğenlerin, yabani kekiklerin ıtırı kuşatıyor havayı.Vızıltılarını çoğaltarak henüz açmış çiçekler arıyor bal böcekleri. Doğadan fışkıran yaşama sevinciyle korkuyu unutan sincaplar, gözlerimin içine baka baka daldan dala atlıyorlar. Sanatta ulaşmak istenilen ‘en güzel’ bu olsa gerek. Abartısız mekânlarda gözümüze ilişenin türküsünü duyabilmek, geçmişimizi yorumlamaktır biraz da.
Daracık, engebeli toprak bir yoldan dağın içlerine doğru ilerliyoruz. Saat on üç sularında Çoban Çeşmesi ismiyle anılan mevkide kısa bir mola verip, susuzluğumuzu giderirken, ulu ağaçların dalları arasından gökyüzünü görmeye çalışıyoruz. Kocaman bir şemsiye gibi orman. Sıkça gözüme ilişen mermer kayalar, Homeros’un İlyada Destanı’nda geçen Gargara Tepesi’ni anımsatıyor birden; günümüzden yaklaşık üç bin yıl önce yani çok tanrılı dönemlerde, İda’nın zirvelerinde Gargara Tepesi adı verilen bir yerde, tanrılara ait, mermerden yapılmış bir sarayın varlığından söz ediyor Homeros. Birbiri ardı sıra gelen yıllar, yüz yıllar, bin yıllar masalları da çoğaltarak dahil oluyor hayatımıza.
Günümüzden yaklaşık üç bin iki yüz yıl önce Çanakkale Boğazı yakınlarında Troya isimli bir kent varmış; bu kentin insanları uzun yıllar kral Priamos’un idaresi altında çok mutlu bir hayat sürmüşler. Bir gün kralın karısı Hekabe, rüyasında karnından ateşlerin çıktığını, ve bu ateşin Troya surlarını sardığını görür; kâhinleri toplar etrafına ve onların yorumuna göre, doğan erkek çocuğunu İda’nın bir kuytusuna götürüp bırakır. Bu çocuk, ileriki yıllarda Troyalılar’ın başlarına yığınla iş açacak olan Paris’tir.
Paris, İda’da, Tanrı ve Tanrıçalar arasında ömrünü geçirirken, tarihin ilk güzellik yarışmasında tek seçici olur. Hera, Afrodit ve Athena’nın yer aldığı bu yarışmada Afrodit’i birinci seçer. Ne olursa bundan sonra olur; Hera ve Athena, Tanrıçalıklar’ının gücünü kullanarak suyu bulandırmaya başlarlar. Bu arada güzellik kraliçesi olarak seçtiği Afrodit, Paris’e armağan olarak Isparta Kralı Menelaos’un karısı güzel Helene’yi düşünmektedir.
Paris Isparta Krallığı’nı ziyareti sırasında Helene’ye aşık olur ve onu Troya’ya kaçırır. On yıl sürecek bir savaşın sonunda Troya yer ile yeksandır artık. İda Tanrıları’nın da dahil olduğu, bu savaşı bir film gibi gözlerimizin önüne serer Homeros. İlyada’yı okurken, Akhilius’u, Agamemnon’u, Hector’u, yanıbaşımızda hissederiz. Baba Tanrı Zeus’un ve karısı Hera’nın kahkahalarını duyar gibi oluruz. Savaş Tanrısı Apollon, çarpışmaların her karesinde gözümüzün önündedir.
Bugün, Troya’nın kalıntıları üzerinde gezinirken, güzel Helene’nin yürek yakan hayalini görür gibi olursunuz.
Bülent GÜLDAL