Yakın dostlarla güzel bir yemek sonrası söyleşmek çok keyifli oluyor.
Üstelik kimi konularda hiç farkına varmadığım bakış açılarını algılamak ise en büyük kazancım… Birlikte yüksek lisans yaptığımız dostumla da (adının açıklanmasını istemediği için yazıda sadece “dostum” olarak anacağım) söyleşmek bu nedenle çok değerli benim için…
Doğal olarak bu tür söyleşilerde memleket kurtarmak âdettendir. Ülke sorunları ile ilgili konular birbiri ardına açılırken söz döndü dolaştı 12 Eylül’e geldi.
“Günümüzde at izi it izine karıştıysa, sebebi 12 Eylül yasalarıdır” dedi, dostum…
Kafasındaki kurgu şu:
12 Eylül, Milli Güvenlik Konseyi kararları ile başta Anayasa olmak üzere, siyasi partiler yasasının da içinde olduğu ve demokratik örgütlerin çok sesliliğini yok etmek amacıyla bir dizi yasa ve yönetmelikle demokratik kitle örgütlerini “ele geçirenin egemenliği”ne teslim etti. Bu da toplumsal örgütlenme içgüdüsünü yok etti. Çünkü, örgütsel yapıları elinde tutanlar, yasa ve yönetmeliklerden gelen güçleri sayesinde, yönetimlerine yeni anlayışların karışmasına engel olabildiler. Bu da her alanda tutuculuğu beraberinde getirdi.
Yani; 12 Eylül, başta siyasi partiler olmak üzere tüm demokratik kitle örgütlerindeki demokratik yapıyı bozdu.
Nasıl yaptı bunu?
Dostum heyecanla anlatmaya devam etti:
“Anayasa’da “yürütme” güçlendirildi. Yani hükümetin yetkileri, tek başına karar verebileceği alan genişletildi. Sonra Özal, Başbakana, bakanları görevden alma yetkisi istedi. Bu da kritik bir aşamaydı. Bakanların Başbakana direnme gücü kalmadı.”
Ben de anlattıkları arasında bağlantı kurmaya çalışıyorum, bir yandan…
“Siyasi partilere de delege sistemini dayattı. İşte CHP’nin de hastalıklı yapısı buradan geliyor zaten.”
Hadi hayırlısı, dedim içimden. İş CHP’ye geldi mi konu uzar gider çünkü… Sessizce dinlemekle yetindim. Lafına hiç karışmadım dostumun. Ama bugüne dek anlamakta zorlandığım durumlara da açıklık getirmedi dersem, yalan olur.
Özetlersem anlattıklarını; bugün sadece CHP değil, tüm siyasi partiler, arzu ederlerse, seçimlerde aday olacakları üye bazında yapılacak ön seçimle belirleme hakkına sahipler. Ancak, partilerini yönetecek kişileri üye bazında seçme hakkına sahip değiller. İlçe başkanları ile ilçe yönetimleri, mahalle delegeleri tarafından yargı denetiminde yapılan seçimle belirleniyor. İyi de mahalle delegeleri nasıl belirleniyor?
Dostuma göre asıl sorun da tam burada: Mahalle delegelerinin belirlenmesinde. Mahalle delegeleri çoğu yerde büyük zorluklarla belirleniyor. Kimi mahallelerde oy kullanacak delege bile bulmak son derece zorken, kimi mahallelerde yerel siyasal oyuncuların yandaşlığı üzerinden cepheleşmeler söz konusu oluyor. “Aslında bütün partilerde de bu böyle” diye de vurguluyor. “Kağıt kalem kimin elindeyse, delege de onundur. İşin özü bu.”
Hemen soruyorum: “İyi de; rakip listeler de olmuyor mu hiç? Görüyoruz, mavi liste, beyaz liste diye listeler yarışıyor”…
Dostum “çok safsın” der gibi alaycı bir tebessümle anlatmaya devam ediyor:
“Önemli olan gücün kimin elinde olduğudur. İlçe başkanı veya varsa belediye başkanı, delegeleri istediği gibi düzenleyebilir. Hele hele bir ilçede belediye başkanı varsa, onun sözünden çıkmak neredeyse imkansızdır. Herkesin bir işi var belediyeyle. Kolay mı öyle belediye başkanına karşı olmak” diyor ve ekliyor:
“O yüzden sayın Genel Başkan (Kılıçdaroğlu’nu kastediyor) 22 Kasım’da belediye başkanlarını İzmir’de topladı, karışmayın örgütün işine dedi.” Burada lafa karışmak gereği duydum. Çünkü o süreci yakından izlemiştim.
Tam olarak öyle söylemedi, diye düzeltmek istedim. “Belediye başkanı örgüt işine karışıyorsa hastalığa batar” dedi, dedim.
Hemen birlikte cep telefonlarımızdan internete girdik. İkimizin dediği de doğruymuş. İfadesi aynen şöyle:
“Belediye başkanı örgüt işine karışıyorsa hastalığa batar. Örgütün işine karışmayın.”
“İyi de karışmadılar mı” diye sordu dostum.
“Ben bilmem. Ben anlamam. Böyle dediyse korkmuşlardır karışmaya” dedim. “Ya da ‘ben böyle söylüyorum ama siz yine bildiğinizi yapın’ demek istemiş de olabilir.”
“Mümkün değil” dedikten sonra sevgili dostum bunun neden olanaksız gördüğünü canlı yaşadığı olaylardan örnekler vererek anlattı. Sonra da belediye başkanlarının örgüte nasıl şekil verdiklerini… Belediye ile işi olanları, belediye işçilerini, işe alma sözü verilenleri önce mahalle delegesi yaparak nasıl onurlandırdıklarını, en güvendiklerini, bir dediklerini iki etmeyecek arkadaşlarını nasıl il delegesi yaptıklarını falan anlattı. Ağzım bir karış açık, şaşkınlıkla dinledim.
“Ve bu bütün partilerde böyledir” diye de vurguladı.
Sonra il başkanları ve il yönetimleri de yine ilçe ve belediye başkanlarının belirlediği delegelerce seçilirmiş. Eğer ilçeler arasında bir çekişme veya husumet varsa bu il seçimlerine yansırmış. Ama genel merkezleri tehdit edecek bir durum oluşması da neredeyse imkansızmış. Dinledikçe içimin daraldığını, aslında 12 Eylül darbesiyle nasıl bir tiyatronun figüranı yapıldığımızı fark ettim.
Sonra bomba gibi bir soru patlattı:
“Bu çarpık düzen ne sonuçlar doğurur?”
“Dedikodu, yalan iftira?”
“Liste oyunları, sandık hileleri?”
“Küskünlük, dargınlık, kin ve nefret?”
“Ya da demokrasi, vatan, millet aşkı?”
Sus dedim sus!.. İçim daraldı sus!..