Dikkat! Kadınlar vurulmaya devam etmektedir.
Konu “sünnet işlemi”nin kendisine ilişkin değildir.
Bütünüyle “sünnet düğünü”ne veya sadece sünnetin “törensel yönü”ne ilişkindir.
Bilinen adı “sünnet düğünü” olan bu “sünnet töreni” konusunun,
en can alıcı özelliği “cinsiyet ayrımcılığı”nı köpürterek yerleştirmesidir.
Akıl ve vicdanla bakıldığında bu “sünnet düğünü-töreni”yle “cinsiyet ayrımcılığının” daha o küçücük yaşlarında çocukların zihnine nasıl da kazındığı ve hangi vahim sonuçlara yol açtığı çok açıktır.
Ta çocukluktan başlayarak, her iki cins açısından, kadınlar aleyhine tam olarak eşitsiz bir başlangıcın yaratıldığı ortadadır.
Sünnet sürecinin başlaması ile birlikte ailede ve yakın çevresinde bu kalıplara sokulan o erkek çocukluktan, giderek yakın-uzak bütün karşı cinsine yönelik nasıl bir baskı ve hegemonya makinesi ortaya çıktığı acı bir gerçekliktir.
Bu gerçeklik, karşı cinsin ikincil ve geride olduğu, geriden geldiği ya da geriden gelmesi gerektiği yönündedir.
İşte bu gerçekliğin toplumsal yaşamda bugünkü adı “kadına yönelik her türlü şiddetin” önlenemeyen yükselişidir.
Her gün en az bir kadının öldürülmesidir.
Evet “sünnet düğünü ya da töreni” cinsiyet eşitsizliğinin, başlı temelidir; her iki cins aççısından da başlangıç eşiğidir.
Bu, başlı başına bir eşitsizlik temeldir; çünkü çocuğun zihninde her şey bunun üzerine yükselmektedir.
Çocuğun zihni, artık giderek bu temelden beslenmektedir.
Zaten yakın çevresi de geleneksel olarak böylesi bir iklimin içersindedir; bu hazır iklimde yetişmektedir.
Sünnet töreni öncesinden başlayan süreç, sünnet düğünü ve sonrasında da sürdüğünden, bu çok önemli bir eşiktir.
Bir düşünsel gelişim gerçekleşmezse, ömür boyu kadar sürmektedir.
Sünnet törenlerine ilişkin bu gerçeklik, en başta özellikle ve de öncelikle kadınlar tarafından idrak edilmelidir.
“Sünnet işlemi”nin, söylenildiği gibi öyle “erkekliğe geçiş”le veya “erkekliğe adım atmak”la bir ilgili olduğu, bütünüyle gerçek dışıdır.
Çünkü ergenlik ve üreme işlevi, henüz daha çok uzaklardadır.
Henüz ortada buluğa erme, reşit olma gibi bir durum da yoktur.
Bu yüzden “erkekliğe geçiş” ifadesi, uyduruk ve cinsiyetçi bir safsatadan ibarettir.
Dünyaya “erkek olarak” gelmenin, çocukken de bile “sünnet” bahanesiyle kutsanmasından başka bir şey değildir.
Durum, işte bu yaklaşımlarla, vahim hale gelmektedir.
Artık baştan aşağı, tepeden tırnağa, herkesi sarıp sarmalayan müthiş bir “cins ayrımcılığı” niteliğine bürünmektedir.
Her şey “erkekliğin kutsanması”ndan ibarettir.
“Cins ayrımcılığı” denilen de bu süreçle birlikte şekillenmektedir.
Oysa kız çocukları için böylesi bir durum, asla mümkün değildir.
Lafı bile edilebilir değildir.
Kız çocuklarının ergenliği olan üreme fonksiyonunun gelişimi ise hiç görülmek istenmez hatta esrarengiz bir biçimde gizlenir?
Hiç kimse konuşmaz, hiç kimseyle konuşulmaz, geçiştirilir.
Bu müthiş ayrımcılıkla, en büyük eşitsizlik, en büyük haksızlık, daha en başlarda, çocuklukta yapılmaktadır.
Hem erkeklerin hem de kızların daha küçücük yaşlardan başlayarak kafalarında, ruhlarında ve rollerinde “kızlar veya kadınlar” aleyhine işleyen bir ayrımcılık iyice yerleştirilerek benimsetilmekte ve de içselleştirilmektedir.
Erkeklerin zihin dünyası, kadınların kendilerinden geride; kadınların zihin dünyası da erkelerin kendilerinden önde olduğu yönünde şekillenmektedir.
Bu, yerleşik toplumsal bir gerçeklik haline gelmektedir.
Hatta inançla da ilişkilendirilmektedir.
O erkek kendini artık hep önde, yüksekte ve ayrıcalıklı görmektedir.
Sünnet sürecinde ve sünnet öncesinde erkek çocuğun zihni günlerce çok yönlü olarak “erkekliğinin” ne derece önemli ve özel olduğu yönünde şekillendirilmektedir.
“Sünnet törenleri” atmosferi göz önüne getirilirse, başındaki tacı ile özel bir üniforma giydirilerek, eline de bir asa(sopa-değnek) verilip “tahta oturtulan” ve “tahtta taşınılan” erkek çocuk, artık o andan sonra, kafasında o sopayla taçlandırılmış olarak baskın, hegemonik, buyurgan ve ezebilen bir role sokulmuş olmaktadır.
Üstelik bunun meşruiyeti de herkesin “rızası” ile kazandırılmaktadır.
İşin en kötü yanı da bu durumun, eğitimli-eğitimsiz, köylü-kentli, sağcı-solcu, laik-dinci, kadın-erkek, eşitlikçi olan olmayan, toplumun büyük bir bölümü tarafından, toplumsal bir gereklilikmiş hatta zorunlulukmuş gibi algılanmasıdır.
Eşitlikçilikten yana olduğunu saklamadan, bas bas bağıran anne ve babalar, gösterişli muhteşem “sünnet düğünü” yapmaktan veya
“sünnet düğünleri”ne katılmaktan hiçbir rahatsızlık duymamaktadır.
Nicedir adeta geleneksel bir kalıba sokularak bir sonraya aktarılıp süreklilik kazandırılan bu durum, bugün nice dramlara yol açan bir sorun halindedir.
Kendi içinde de birçok çelişkiler barındıran ve kadın cinsi aleyhine başlı başına tam bir ayrımcılık yaratıcı olan bu “sünnet törenleri” ta hazırlık aşamasından başlayıp en son aşamasına kadar ne yazık ki yine baş rolü üstlenen kadınları tarafından yürütülmektedir.
İşin hazırlık aşamasından başlayarak bütün tasası, emeği, sıkıntısı ve olanca kaygısı yine kadınların sırtındadır.
Anne, anneanne, babaanne, teyze, hala, abla, kız kardeş, komşu ve mahalleli kadınlar, kendi elleriyle kendilerini dışlayan bu “erkek egemen” anlayışı ayakta tutmaktadır.
“Sünnet düğünü-töreni” için adeta pervane olmaktadır.
Geriye “erkekliği kutsanmış” zihin bir bırakılmaktadır.
O zihinde artık kadın, hep geri durumdadır.
Ne trajik bir durum ki; cinslerden birisi-kadın cinsi- bütünüyle kendisine karşıt olan, kendisini ikincil hatta yok sayan çok geri bir yapılanmanın sahiplenicisi olarak tam içinde, yanında, başında ve örgütleyicisi durumundadır.
Bütünüyle “erkekliğin kutsanması” ve hoyrat “erkek egemenliği”nin sürdürülmesi adınadır.
Bir ailede kız ve erkek kardeşlerden, erkek olanı için bir “övünç ve gurur töreni” olarak düzenlenen “sünnet töreni”nde, kız kardeşin rolü de ona hizmet etmek ve onunla, onun için yapılanlarla övünç duymak olmaktadır.
Bu mudur?
Vicdanın ve ahlakın bu duruma boyun eğmesi kabul edilebilir değildir.
Hemen her gün, ülkenin her yerinde, her saat ve her saniye içinde bir kadının şiddet görmesinin veya öldürülmesinin gerçek nedeni, hastalıklı olan bu ayrımcı, cinsiyetçi zihniyettir.
O halde, aileden başlayarak, bütün bir toplumda, kadınlar başta olmak üzere, bu konuyla yüzleşip, tam bir “cinsiyetçi ayrımcılık” olan, karşı cinsin yok sayılmasına yol açan “sünnet törenleri”nin, kökten sorgulanması, önceliklidir.