SÜLEYMAN DEMİREL

Yayınlanma Tarihi :
SÜLEYMAN DEMİREL

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kilit ismi İsmet İNÖNÜ’dür. Cumhuriyet Halk Fırkası 9 Eylül 1923 tarihinde kurulur. Bir yıl sonra Osmanlı döneminde İttihat ve Terakki Partisi’ne karşın 1911’de kurulan Hürriyeti İtilaf Partisi yerine 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulur. Kurucuları arasında Kazım Karabekir, Rafet Bele, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay var…
Parti programından bir bölüm;
“Parti, limanlara giriş çıkışta alınan gereksiz gümrük vergilerinin derhal kaldırılmasını savunur. İç ve dış transit ticaretin gelişmesini önleyen bütün kısıtlama ve engeller kaldırılacaktır. Ulusal sanayinin korunması için konan kısıtlamalar kaldırılacak, ithalattan alınan gümrük vergileri azaltılacaktır. Ekonomiyi yeniden kurma zorunluluğu dolayısıyla ‘yabancı sermaye’nin güveni kazanılmaya çalışılacaktır. Her türlü tekelin, bu arada devlet tekellerinin çoğalması önlenecektir. Merkezi yönetim yerine yerel yönetimler geliştirilecek, devlet küçültülecektir. Halkın dini inançlarına saygı gösterilecektir.”
1924 Rauf Orbay TBMM’de şöyle konuşur;
“Devrimler bitmiştir. Bu, devrim sözünü sevmeyen sermayeyi ürkütmektedir.”
1925 yılında Atatürk’e hazırlanan suikast olayı içinde Kazım Karabekir’in de olduğu tespitiyle idamında direten mahkemeye karşın İsmet İnönü, bütün ağırlığıyla karşı koyar ve Kazım Karabekir Paşa’nın idamını engeller. Paşa, siyasetten çekilir. Parti kapanır…
Cumhuriyetin Atatürk döneminde bütün önemli kırılma anlarında İsmet İNÖNÜ vardır. Kürt isyanlarından bunaldığı bir dönemde bütün ağaların kaldırılması talimatını İsmet İnönü, Haymana da topladığı gizli bir yerde çözer. 1935 yılında aldığı izinle hepsini yerine bırakır. Tunceli olayında ağaların kışkırtıcı tavrı karşısında öyle mi denk düştü yoksa bilerek mi o hareketi yaptı, bilemem, başbakan Celal Bayar’dır.. Gereken çok sert yapılır..
İsmet İnönü üzerinden ülke üzerinde büyük kinlerin oluşması İnönü’nün uzlaştırıcı ağırlığı ile bir şekilde hep çözüm bulunmuştur.
Süleyman DEMİREL, DYP-SHP koalisyon döneminde Kürt realitesini tanıyan ilk başbakan olduğunda koalisyonun ortağı masaya çok ciddi bir Kürt projesi koyuyordu. Ve bir adım daha atarak seçimde kendi bünyesi içinden seçimde seçilecek yerden aday gösteriyordu. Seçilen Kürt milletvekilleri daha yemin aşamasında ortalığı karıştırırken SHP’yi de halkın gözünde bitiriyordu.
Süleyman DEMİREL 1965 seçimlerinde 41 yaşında %53,25 (TİP 14 milletvekili çıkardı) oy ile başbakan olduğunda ülkenin üç tane bitmiş barajı vardı. Görevinin ilk aylarında seçimden önce gittiği ve ağırlandığı ABD’de de kendisine Kürt konusunda uygulayacağı politika ile hem sınırlarını genişleteceği hem de ülkeye çok önemli büyüme getireceğine inandırıldığı bir proje konusunda onayı alındığından bu projeyi uygulamaya sokmak istediğini askerlere anlattığında bu projenin Türkiye’nin bölünme projesi olduğunu öğrendiğinde bir daha ağzına almadı ve yönünü de dönemin ikinci büyük gücü olan Sovyet Sosyalistler Birliği’ne çevirdi. Kendisinden önce hazırlanan birinci beş yıllık kalkınma planına görevinin ilk yıllarında uydu, planlamanın başına Turgut Özal’ı getirdi. İkinci beş yıllık kalkınma planına kendi damgasını vurdu. Ham madde satıp mamul madde alan iptidai bir ekonomik seviyeden çıkıp mamul madde üretip satan sanayileşmiş bir ekonomik seviyeye gelmek yönünde çok ciddi bir planlama özelliği taşıyordu, İkinci beş yılık kalkınma planı… Bu dört yıllık süreçte enflasyon %5 civarında seyrederken büyüme hızı da %12’inin altına düşmedi. Sovyetler Birliği ile beraber çok önemli tesisler yapıldı.
İskenderun Demir Çelik fabrikası,
Bandırma Sülfirik Asit fabrikası,
Artvin Orman ürünleri tesisleri,
Seydişehir Alüminyum tesisleri,
İzmir Aliağa rafinerisi…
Keban barajının inşaatına başlandı.
Sendikalaşma çok yoğundu. İşçilerle sözleşmeler masa da çözümleniyordu. Köylünün ürettiğine taban fiyat veriliyordu. Ülkede sanayi devrimi yaşanıyordu. Kaynaklar yatırıma ve üretene aktarılıyordu. İşadamlarının kullanabildiği kredi 1,3 milyar TL civarındaydı. Huzursuzlukları had safhadaydı. Ülke de ekonomide yaşanılan bu sanayi devrimi süreci dönemin emperyalist gücü İngiltere’yi telaşlandırmıştı. 100 yıl aradan sonra İngiltere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin cumhurbaşkanını İngiltere’ye davet ediyordu.
1960 Anayasasının getirmiş olduğu özgürlükler üniversiteleri de hareketlendirmişti. 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra Fransa da başlayan olaylar, ülke gençliğimizi de içine katmıştı. 6. Filo denize dökülmüştü. Vietnam kasabı Komer’in arabası yakıldı. Üniversitelerde boykotlar çığ gibi yayılarak büyüdü. Otoriteye karşı bir baş kaldırış öyle büyümüş ve büyülemişti ki dönemin devrimci gençlerini düzeni değiştireceklerini düşündüler. Düşünmekle kalmadılar, eyleme geçtiler. Oysa aldıkları üst seviyede eğitim ile ülkeleri için çalışmaları gerekiyordu. Ülkeleri yoksuldu, yolu yoktu, suyu yoktu, elektriği yoktu, okul yaygınlaşamamıştı, sermayesi kısıtlıydı, en önemlisi yetişmiş insanı yoktu. Hal böyle olunca ülkesi, ülke yönetimi Sovyetler Birliği ile sanayi devrimini yapmaya çalışırken onlar devrim yapıyoruz diye farkında olmadan ABD ve İngiltere’nin ekmeğine yağ sürüp bal ile ikram ediyorlardı. Devrim için dağa gittiklerinde hepsi kır çiçeği oldu… Kır çiçeğini öldüremezsiniz, her baharda topraktan fışkırır ancak büyüyemez, hep öyle umut olarak kalır. Ülkenin müthiş beyinleri ABD’yi denize dökerken ülkelerini de değiştireceklerini düşündüler… 1969 seçimlerine gidildiğinde Süleyman DEMİREL ve partisi(Adalet) %56,9 oy alıyordu. Halkın güveni tamdı. İçerideki işbirlikçi iş adamı ile küresel güçler çok rahatsızdı. ABD ve İngiltere için Türkiye kilit ülkeydi. “Devrim yapıyoruz” diye sokağın ateşini yükselten romantik solcu gençler bu seçim sürecinde TİP’in milletvekili sayısını ikiye düşürdüklerini dahi görmemişlerdi. Solun ustaları yaklaşan tehlikeyi görmüşlerdi ve yer altına girerken romantik gençler bilmedikleri yeraltı deyimini yiğidin duruşu meydanda olur duruşuyla ortaya koymuşlar ve zorlanmadan alınmışlardı. Asılmamaları için ne yapıldıysa azdı, asılmaları için yapılanlar çok daha fazlaydı. Bugün kalkıp şunu bunu demenin bir esprisi yoktur. Ülkenin neredeyse %99’u asılmalarını istedi. Efendim, Ecevit ya da İnönü karşı oy verdi demenin de bir esprisi yoktur ya da Erbakan’ın yurt dışında olmasının da.. CHP grup kararı almadı, Anayasa Mahkemesi’ne başvurmadı. Çünkü halk istiyordu. Bu kadar net, bakmak zorundayız. Emperyalizm tuzağını çok haince kurmuştu. Yazık ediyoruz, çocuklarımıza.. Olayı net bilmeyen genç, kahraman olmak istiyor. Kahramanlığı da namlunun ucunda görüyor.
Deniz Gezmiş’in, kız kardeşine verdiği öğüt bütün gençlerimize ders olmalıdır. Bilim kadını olmanı istiyorum…
12 Mart muhtırası sonrasında yıl sonuna kadar iş adamlarına 17 milyar TL kredi kullandırıldığını not düşelim ki olay daha net görünsün. O gün bu kredileri alanlar 12 Eylül’ün hemen öncesinde yapılan devalüasyon nedeniyle sabit kur üzerinden kendileri o günkü kurdan öderken kalanı hazine yani halkımız ödüyordu. Bu arada not düşelim. 24 Ocak kararlarını hazırlayan(Turgut Özal) imzalayan ve yürürlüğe koyan darbe öncesi azınlık hükümeti kuran Demirel hükümetine aitti.
80’li yıllar içinde yeğeni Yahya Demirel mobilya yolsuzluğu ile suçlandığında çok bunalmıştı, ve ağzından o cümle çıkıverdi. 25 yaşında ki bir genç ile uğraşıyorlar dediğinde, “sen üç 25 yaşındaki genci gülerek astın” dediklerinde inanıyorum ki çok üzülmüştür. Ancak onunda o saatte çok fazla yapabileceği yoktu. Önemli olan tansiyonun düşmesiydi. İnönü, CHP genel başkanlığından istifa ederken yerine Ecevit gelirken ülkede yeni maceralara doğru yol alacaktı.
I. Boğaz Köprüsünün temeli atıldığı zaman Ecevit’in “Boğaz köprüsü lükstür. Buradan zenginler geçecektir” diyerek “Zap suyuna köprü yapalım” kampanyası başlatmıştı. 1965 yılında Türkiye’nin 508 köyünde elektrik varken bu sayı 1980 yılında 18.345’e çıktı ve köylerin % 80’ine ulaşıldı. 3 Nisan 1977 yılında ise Urfa Harran Ovasına su götürecek Urfa Tünelleri’nin temeli atıldı. 1980 yılına gelmeden az önce baraj sayısı 150’yi ve gölet sayısı da 200’ü geçmişti. 1950 yılında neredeyse her şeyi dışarıdan alan Türkiye 1980 yılına gelince 600 kalem mal üretip dışarıya ihraç edecek seviyeye çıkmıştı. 1950’de 3 üniversite varken 1980 yılına gelince bu sayı 57 ye çıkıyordu. Yapılan cami sayısı, okul sayısını geçiyordu. Açılan İmam Hatip Okul sayısı da 450’yi geçiyordu. Okuyan kız öğrenci sayısı da 500 bini anca buluyordu. İmam Hatip Lisesi’ni bitirenlere üniversite sınavlarında önemli artı puanlar veriliyordu. 1979 Ramazan ayında Ayasofya’nın “Hünkâr Mahfili”ni ibadete açarak minarelerinden ezan okuttu ve “Hırka-i Şerif”te 24 saat Kur’an okutma geleneğini yeniden başlattı. 12 Eylül ihtilali ilk olarak bunu kapattı.
Açılan baraj ve gölet ve sulama tesisleriyle bitki toprakta su ile buluşuyor ve taban fiyat uygulamasıyla köylü zenginlik ile tanışıyordu.
12 Eylül karşı devrimi yapılmasaydı, ülkemiz başlattığı GAP projesiyle bölgeye huzuru ve zenginliği getirecekti. Dış satımı 20 milyar doları geçmişti, her şey çok farklı olacaktı.
Cumhurbaşkanlığını bırakmadan bir gün önce yaptığı basın açıklamasında şunları söylüyordu:
“Türkiye bu dönemde ortalama yüzde 5 kalkınma hızını yakaladı. Bu dönemde Türkiye, 189 ülke arasında 16. büyük ekonomi oldu, nüfusu 31 milyondan 65 milyona yükseldi, okuma yazma oranı ise yüzde 48’den yüzde 95’e çıktı. Türkiye bu dönemde, kişi başına düşen milli gelirini 300 dolardan, satın alma gücü paritesine göre 6 bin doların üzerine, elektrik enerjisi üretimini 4 milyon 953 bin kilovatsaatten 130 milyar kilovatsaate, baraj sayısını 20’den 200’e, sulanan topraklarını 15 milyon dekardan 50 milyon dekara, doktor sayısını 11 binden 80 bine, traktör sayısını 54 binden 1 milyona, otomobil üretimini sıfırdan yılda 250 bine, çimento üretimini 3 milyon tondan 40 milyon tona, ihracatını 463 milyon dolardan 30 milyar dolara, dış ticaret hacmini bir milyar dolardan 75 milyar dolara, sanayi mamullerinin ihracat içindeki payını yüzde 19’lardan yüzde 90’lara, şehirlerdeki nüfusunu yüzde 35’lerden yüzde 70’lere, buğday üretimini 8,5 milyon tondan 30 milyon tona, üniversite sayısını ise 7’den, 74’e ulaştırmıştır.
1965’de ancak 300 köyünde ışık bulunan Türkiye’nin bugün 35 bin köyü ve 75 bin mezrası ulusal şebekeden ışık almaktadır. Türkiye, okulu ülkenin her köşesine götürmüştür. Yolu, suyu, ışığı her yere ulaştırmıştır.”
“Daha yapacak çok iş var”
1924 doğum tarihi… Cumhuriyetin çocuğu… Babası ziraat ve hayvancılık ile uğraşıyor. Yoksul bir ailenin çocuğu… İlkokulu köyünde okuyor. Ortaokul zamanı gelince eşek sırtında bir günlük yürüme mesafesinde babasıyla Isparta’ya geliyor. Okul masrafı 44 kuruş tutuyor. O gün için büyük para… Süper zeka… Sınıf arkadaşı 52 Nuri Akdeniz, babası Yahya Çavuş’a söylediği bir sözü unutmamış: ‘Atatürk’ün kurduğu rejime göre siz de mebus (milletvekili) olabilirsiniz’ dediğini hiç unutmam.”
Hep parasız yatılı okumuş. İTÜ Makine sonra vazgeçip İnşaat Fakültesi’ne giriyor ve birincilikle bitiriyor. 30 yaşında DSİ genel müdürü oluyor.
Yaşamından bir kesit…
“Okuduğumuz okul, kerpiç bir bina idi. Altı boş, üstünde ise üç oda vardı. bunları sınıf olarak kullanırdık. Alttaki boşluğa köylü, hayvan kapatırdı. Yani alttaki hayvanlar bağrışırken, üstte de çocuklar cıvıl cıvıl okumaya çalışırdı.”
”Yaşamımı dolduran eşimdir. Eşim bana, güç ve kuvvet verir. Beni eleştirir, kendisi ile her şeyi tartışırım. Eve girerim ve ‘Nazmiye, ben geldim’ diye bağırırım. Bu benim tabi halimdir. Her güne şevkle başlarız, sevinçle bitiririz. Benim hayatımdaki kadın olarak eşimin değerini anlatamam. Bir karşılık ve değer biçmem de mümkün değildir…””
Hayatınızı paylaştığınız yoldaşlarınıza eşitlik ilkesi zemininde davranmayı prensip olarak kabul edin…
Benim mücadelem “medeniyetçilik” mücadelesidir. Gerekçesini de şöyle anlatır:
“1934 yılını hatırlıyorum. Ümit ve bereket olan yeşil, o yıl köyümüze uğramamıştı. Bir yılın ekmeği, yeşilin içinde gizliydi. Ama 1934 kuraklık ve kıtlık yılı oldu. Köylü, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın kız topluca yağmur duasına çıktık. Ben de onların arasındaydım. Büyüklerin dualarını, çocukların ise bağrışmalarını hiç unutmuyorum.
İşte o gün bugün kuruyan başağın arkasından gidiyorum. Kuruyan başak, Türk köylüsünün ümididir. Tane, dolmadan kurumuşsa, solmuş demektir. Çaresizliğe terk edilişinin işaretidir. Medeniyetçilik mücadelesine beni iten, köylünün o kış çektiğidir. Ailemizde, eli tutan herkes çalışırdı. Evimizdeki işimizin dışında oyun oynamaya pek vakit bulamazdık. Okula giderken, elimize bir de odun alırdık. Çünkü okulda yakacak yoktu. Okul yolunda beni çok yoran bir çantam vardı. Çantam neredeyse benim boyum kadardı. Bir elimde odun, bir elimde koca çanta, ayaklarımda da çok büyük ayakkabılarla uzun yol yürür, okula ulaşırdım.”
Onun medeniyetçilik mücadelesi ülkemizin kalkınma gücü oldu. Barajlar ile tohum ve toprağın kaderini yağmur duasından çıkardı. Elektrik ile gecenin karanlığını aydınlığa çevirdi. Yol ve köprülerle mesafeleri kısalttı.
70’li yıllar zor yıllardı. 12 Mart muhtırasından sonra ABD ve İngiltere anlaştı. Sabit kur sisteminden dalgalı kura geçildi. Sabit kur sisteminde doların altınla ödenme şartı vardı. Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkeleri altın stoklarını arttırmak için dolarları altına çevirmek isteyince ABD zaten sıkıntı içindeydi doların altına konvertibilitesini kaldırdı. Dolayısıyla dolar devalüe edilmiş oldu. ABD bu sırada çok stratejik bir hareketle Suudi Arabistan ile anlaşma yaptı. Suudi hanedanlığının egemenliğini garanti altına alırken petrolü dolar ile satmasıyla doların dış ödeme aracı olarak egemenliğini sağlama almış oldu. Petrol ihraç eden ülkelerin petrol gelirleri 1972 yılında 23 milyar dolar iken bu rakam 1973 yılında 140 milyar dolara çıkmış oldu. Bunun anlamı şuydu; petrol kullanan ülkelerin kazançlarından 117 milyar dolar haksız bir şekilde petrolü satan ülkelere transfer ediliyordu. Bu yıllar da ülkemiz zaten borcunu ödeyemiyordu, hiç ödeyemez bir hale gelmişti. Dış borcumuz 2,9 milyar dolardan 13,4 milyar dolara çıkmıştı. 4 katına aşan borçlanma karşısında Merkez bankasının döviz rezervleri 2 milyar dolardan 569 milyon dolara düşüyordu. Özellikle kısa vadeli borçların büyüklüğü 1 milyar dolardan 7,2 milyar dolara çıkmıştı. Kıbrıs harekatının ağırlığı da vardı. Ülke gerçekten 70 sente muhtaç durumdaydı. 1978 yılında Luxsemburg ülkemize kendisinden mal almak şartıyla 100 bin dolar vermesi bile hiç düşünülmeden kabul edilmişti. 12 Eylül geliyorum, diyordu. Öncesinde hazırlanan 24 Ocak kararları kabul edilmiş ve uygulamaya sokulmuştu. Ya da sokulduğu düşünülüyordu. O ara ülke cumhurbaşkanını bir türlü seçemiyordu. Seçebilseydi ve iki parti birleşip ülke sevdası altında birlikte hareket edebilseydi.. Çok enteresandır, Demirel’in başbakanlığında hazırladığı bazı kanunlara Ecevit çok sert muhalefet etmiş, Ecevit başbakanlığında o kanunları virgülünü değiştirmeden parlamentoya sunduğunda bu sefer Demirel sert muhalefet edip engellemişti.
Cumhuriyetin ve hatta dönemin padişahının en büyük devrimi birinde şapka diğerinde festi… Padişah, sarık yerine fes giydiğinde kıyamet kopmuştu. Atatürk’te fes yerine şapka dediğinde kıyamet koptu. En sert mücadele şapkaya karşı yapıldı. Demirel de şapkaya çok farklı bir yorum getirir: “Siyaset şapkadır, devlet ise baş. Bu yüzden, kafayı eskitmemek lazım”
Şapkanın kabul edilmesi ve sindirilmesi için daha epeyce bir zamana ihtiyacımız vardır. Şapka demek özgür kadın demektir. Fes demek erkeğe bağımlı kadın demektir. Özgür kadın çocuğunu özgür büyütür, Erkeğe bağımlı kadın, erkeğin isteğine ve önüne koyduğu yaşam biçimine uymak zorundadır, o zaman da anne özgür olmadığında doğan çocuklar ve özellikle de erkek çocuğu çocukluğunu yaşayamadan önüne önceden dayatılarak konulan dini ritüellere göre kalıplar içinde büyütülür. Cumhuriyetin şapka devrimi süreci halen devam ediyor. Şapka devrimi eşittir özgür kafa ve akıl demektir. Kendi iradene sahip olmak demektir.
Sonuç olarak; büyük öğretmen grevi(TÖS) onun döneminde( 15-18 Aralık 1969) oldu, işçilerin örgütlenmesi ve sorunlarını toplu sözleşme masalarında çözmesi onun döneminde oldu, DİSK onun döneminde(13 Şubat 1967) oldu, asker sürekli onu görevden aldı, görevden alınırken yeniden göreve geleceğine inanıyordu, devlet ile kavga etmedi, uzlaşmayla sorunları çözdü, çözmeye çalıştı, oyun gücüne inandı, ulusal elektrik şebeke ağını o kurdu, toprağı ve tohumu su ile buluşturdu, köylünün ürününe taban fiyat uyguladı, sanayi devrimini tamamlamasına az kalmıştı, ülkesine medeniyet devrimini yaparak teknolojinin nimetlerinden faydalandırmayı üst seviyede yaparken ve kendisine bu çalışmalar da en büyük katkıyı o dönemin mühendisleri yaparken çıkardığı personel kanunu ile mühendisi memur yaparak üretim gücünden düşürdüğünde de neler düşünmüştür, bilmiyorum… Mühendise bir Atatürk, bir de Özal emeğinin karşılığını vermeye çalışmıştı. Mühendis uygarlık demekti. Mühendis bu ülkenin taşını toprağını, suyunu altına çevirecek bir güçtü. Bu gücü üretimsiz kılarak ve sonrasında bilgisiz de bırakarak ülkenin kolunu kanadını kırdılar. Din baskısı altında okuyamayan kız çocukları okusun diye İmam Hatip Okulları onun döneminde rekor kırdı(450). Olsun 500 bini okudu bu bile büyük nimetti. O okullar da matematik ve fen de okudular, şimdi bu dersler bile seçmeli oldu ve çocuklar okuldan kaçıyor. Nedense çocuklarımız sağ ya da sol olsun hep devirmek istiyorlar bu devleti, oysa bu devlet onlara nefes oluyor ve okutuyor ve ülkeni kalkındır diyordu. Birlikte bir şey yapmaktan ziyade bir kişi olarak bir şey olma, yapma hastalığımız yok mu? Yazık ediyoruz, gençliğimize, enerjimize ve ülkemize…
Bunları aşmak ve yenilenerek bugünkü dünya da varız diyebilmek zorundayız. Yoksa işimiz çok zordur. Merhum Süleyman Demirel yaptıklarıyla ve sözleriyle Cumhuriyet devletimiz var oldukça yaşayacaktır. Söylediği son sözü önemlidir. Çimentomuz Atatürk’tür…
Işıklar içinde uyusun…
Mekanı cennet olsun…
Sevgi ve saygılarımla…
*Umarım okuyan dostlarıma biraz da olsa katkı sunabilmişimdir…
“DÜN DÜNDÜR: Yeni çamaşır dünkü güneşle kurutulmaz. 1960’da şu yapılmasaydı, 1971’de bu yapılmasaydı. O günkü koşullar öyleydi. Dündür bugün bugündür demiştim, şimdi de dünkü güneşle bugünkü çamaşırlar kurutulamaz.DENİZ GEZMİŞ’İN İDAMI: Gençlere yazık oldu. Ama o günkü hukuk çerçevesinde yargılandılar. O günkü kanunlar çerçevesinde idam cezası aldılar TBMM’ye geldi onaylandı ama yazık oldu.
FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLER: Türkiye’de derin devlet, kontr- gerilla yok. Bir derin devlet varsa askerdir.
NOTER DEĞİLİM: İktidarda Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller vardı. Zaten ben de noter değilim dedi. Ona devredecekti bu olmaz. Ben de bunun üzerine bir araştırma yaptım, uygun olanı buydu onu yaptım. Mesut Yılmaz’a görevi verdim. Onlar zaten güven oyu da alamazlardı. Doğru olanını yaptım.
28 ŞUBAT:28 Şubat post modern darbe değil. Çünkü parlamento açık kaldı. Hükümet iktidardaydı, ayrıca MGK kararları vardı. MGK kararlarının altında da Erbakan’ın imzası vardı. Başbakanlık genelgesiyle de bunları uygulayacağını bütün kurumlara duyurduğunu hatırlattı. Kaldı ki 3 ay 18 gün sonra istifa etti. Erbakan, yanıma gelip istifa edeceğini söyledi. Niye istifa ediyorsun diye kendisine sorduğum da Türkiye çok gergin istifa etmek istiyorum dedi. Eğer bunları yapmamış olsa 3 ay 18 gün asker bekler mi? Erbakan, bunların hepsini yerine getirdi.
FİLİ ÖRNEK GÖSTERDİ: Darbe filin zücaciye dükkânına girmesi gibidir. Keşke olmasaydı. Olmaması için de halk sahip çıkmalıydı. İktidarlara sahip çıkıp, bunun için mücadele etmesi lazımdı Bu ülkede bunlar olmadı. 12 Eylül anayasasına halkın yüzde 92 ile evet dedi Aynı halk bize darbeden önce yüzde 50 oy verdi.
YİNE DARBE OLUR MU?: Bu komisyon kuruldu. Halk sahiplenecek, bundan sonra darbe olmaz. Türkiye’de demokrasiyi insanlar sahiplenmeli. Bu yapılmazsa devamlı darbeler olur.
FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLER: Bu bir güç meselesidir dedi. İktidar müsaitlik meselesidir. Ben kendimi koruyamadım oradaki insanları nasıl koruyayım.
12 MART MUHTIRASI: Parlamentoda 12 Mart bildirisi okunurken 1 tek kişi ayağa kalktı itiraz etti. Sonuçta kimse itiraz etmedi. 450 kişiden bir kişi itiraz etti.
EN ÇOK ÜZÜLDÜĞÜM ŞEY: Hamzaköy’e giderken İnsan Sabri Çağlayangil’in hanımı yanımızdaydı. Yaşlı bir hanımdı çantasını açtılar aradılar en çok ona üzüldüm.”

YORUM YAP