Bir dostumun uyarısıyla son günlerde Neslihan isimli genç bir sanatçı kardeşimi dinliyorum. Çok keyifli bir ses… İnsana dinlerken huzur veriyor. Gece çok geç yatmama karşın sabah gün ışımasından beri dinliyorum…
Aklıma nedense Suat Derviş takıldı. Sonra Halide Edip Adıvar… Sultanahmet mitingi gözümün önüne geldi… Siyahlar içinde bir kadın müthiş coşkulu bir kalabalığa hitap ediyor. İzmir işgal edilmiş… “Gece en karanlık ve ebedi göründüğü zamandır ki, gün ışığı en yakındır” cümlesiyle tarihe not düşen Halide Edip… O kalabalık içinde sonradan bu ülke için önemiyle öne çıkacak olan iki kişi de Halide Edip’i dinlemektedir. Biri Suat Derviş, diğeri Nazım Hikmet… O gün miting alanında insanları coşku seli içine getiren Halide Edip, Suat Derviş için kırılma anı olur. Nazım bu kadına deli gibi aşıktır ancak aşkına bir karşılık alamaz. Sonra oturur bu kadını iki mısra ile anlatır: “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını/ Bir kere eğemedim bu kadının başını.”
İnsanı tanımak öyle zor ki…
Çocuğu, genci biçimlendirmek öyle zor ki…
Desek de doğru söylemediğimizi biliyoruz. Zor olan insanın maskeler ardında yaşama kolaylığından kurtulamamasıdır. Yığınlar yani insan yığınları kahramanlar ardında yaşamayı nedense çok sevdi. Feodalizmin bu can alıcı kolaylığının içinde insanın tutkuya olan bağlılığını yakalayan emperyalizm demokrasi denilen sözüm ona özgürlükler çağında “seçimle iktidara gelen krallar” dönemini yeniden yarattı. Dün döl suyundan gelen akrabalık payı olanların iktidar paylaşımı, bugün oy suyundan gelen yandaşlık payı ile çözümlenmiş… O nedenle insanı tanımak, tanımlamak kolay değil. İnsan olmanın en temel niteliği sorumluluk noktasında ortaya koyacağı dirençtir. Bu direnci koyabilmek konuşulduğu kadar keşke kolay olsaydı. Emperyalizm buna da çözüm bulmuş.. İnsanların anlam içermeyen sözleri üzerinden enerji boşalımlarını Facebook gibi sosyal medyalar üzerinden yapıyor. Burada ortaya koyduğunuz o abuk subuk değeri olmayan söz çıkışlarınız onu yani emperyalizmi öyle mutlu ediyor ki… O da biliyor, insanın değeri ağzından çıkan söz yada kaleminden çıkan kelimenin gücüyle olan doğru orantılı olduğunu… Böyle insan kitlesi içinde her ne pahasına olursa olsun kayıtsız şartsız insanı, doğayı, bulunduğu yeri canı pahasına koruyabilmek ya da doğruları söylemek adına bir adım öne çıkmanın bedelini ödeyebilecek cesarete sahip olabilmek her insanın harcı değildir.
Bu cesaretin içinde bilincin olması tek başına yeterli değildir. Bu cesaretin içinde eyleme olan coşku seli içinde olmak da tek başına yeterli değildir.
Bu cesaretin içinde korkusuz olmak ya da deli yürek anlamında çıkış yapabilecek ölçü de cesur olmak da tek başına önemli değildir.
Önemli olan hepsinin bulunması yanında yaşamın anlamı üzerinde leke bırakmayacak olan insanı insan yapan o korku duygusunun bilinç ile yönetilirken insana ait bütün güzelliklerin de en zor koşullarda bile sürdürebilecek kadar korkusuz ve kaybetme endişesi taşımayan bir duruşu gösterebilme ve onu yaşam biçimi olarak kabul edebilmedir. Ve buna uygun yaşayabilmedir.
İnsan seviyor, diğer insan tarafından yönetilmeyi ya da biçimlendirilmeyi… Anne ve baba olmanın altında yatan en büyük iştah budur. Kendi eksiklerini tamamlayacak diye bakılıyor, çocuğa… Kendisinin yaşayacağı ölümsüzlüğü tadacağı bir varlık olarak bakıyor, çocuk olayına.. Baktığı içindir ki o tutku içinden çıkmasına izin vermiyor. Kozasını kendi delmek istiyor. Öyle olunca kendi başına karar veremeyen ve en önemli kararlarında hep bir tanıdık sesin olurunu bekleyen tavır içinde olunuyor. Özgürlük yalan oluyor. Sevgiyi öğrenmek yalan oluyor. Paylaşmak yalan oluyor. Bu kadar yalanın içinde yaşam da bu dünyada yalanın odak merkezli olduğu bir yer olarak tanımlanıyor.
İnsanın içinde var olduğunu söylenen iki duygudan birinin “ben” duygusu diğerinin de “biz” duygusu olduğunu birinde yalnızca kendinizi düşündüğünüzü, diğerinde ise kendinizden ziyade diğerlerini düşünüp onlar için emek vermeyi amaç edindiğini biliyoruz. İnsanın sahip olma arzusuyla kırbaçlanan içinde ki “ben” duygusunun önlemez derecede tutkuyla sarılı olan diğerinin içinde yaşama arzusu öyle güçlüdür ki bu gücün içinde var olan ise “ben”in diğerini yok etme isteğidir. İnsanımızın korkaklığı ya da cesurluğu da bu anlamda ele alındığında görülecektir ki kendine Müslüman insan kitlesinin ortaya çıkardığı ve bu nedenle ekip dayanışmasından ziyade çıkar uyumlu yani çıkarlarına hizmet anlayışı içinde var olan çıkar kardeşliğidir. Bu toprakların kaderi ne yazık ki bu çıkar kardeşliği üzerinden yıkılıp yıkılıp yeniden kuruluyor. Birbirine benzeyen insanlar olmak aslında o kadar sıkıntılı, bir o kadar da verimsiz bir şey ki… Birbirine benzeyen insanların konuşabilecek hiçbir şeyi ne yazık ki yoktur. Toplum ancak dedikodu kültürü üzerinden oluşturulan baskıyla yani korkuyla yönetilir. Biri ortaya çıkıp korkmuyorum diyecektir ama o yok mu yalnız kalır da linç edilirim korkusu, o yok mu ailem sevdiklerim zarar görür mü korkusu…
O gün Sultanahmet meydanında kitleleri coşkuyla ayağa kaldıran Halide Edip Adıvar farkında olmadan ülkenin sosyalist mirasına bir isimde göndermiş oluyordu. Nazım Hikmet’in Nazım Hikmet olmasına da Suat Derviş’in duruşu etkili olacaktı. Kendinden çok başkalarını bu kadar içtenlikle düşünmesinden Nazım Hikmet müthiş derece de etkilenecekti…
“Ben bebeklerimi tavan arasına attıktan sonra kendim kitaplarımda bebekler yarattım, hayatla, hakikatle ve muhitle alakası olmayan bebekler ve onlara kah Zehra, Kah Fatma, Kah Zeliha isimleri koydum. Onları ben yaratmıştım. Hayta değil.(…) Ben rüya gördüm, hayatı tanımıyordum.(..) Atık rüya görmüyorum. Beni bebekler değil, insanlar alakadar ediyor. Çünkü hayat ve hakikat en güzel rüyadan, en parlak hayalden, çok daha zengin, çok daha cazip…” Suat DERVİŞ
Ülkemde kasaba kültürünü yenebilen insan sayısı öyle az ki… Her kasabanın genelde içi boş kahramanları vardır. İnsan yığınları bu kahramanların gölgesinde yaşamayı çok sever. Sömürmesi kolaydır, yönetmesi kolaydır. Çünkü kahramanlar genelde korkak insanlardır. Önemli olan o yığınların baskısından korkmadan birinin ileriye doğru hamle yapıp kral çıplak diyebilmesidir. Mihail Nuayme “Kendini Arayan Adam” isimli kitabında üç kelime ile bunu çok güzel özetler. “Köle, köle pazarında alınıp satılan değil; kalbi, köle pazarı olandır.”
Kalbi köle pazarı olan insan mısınız…
Ayvalık’ı düşünüyorum…
Son on yılında Nebahat DİNLER hocamı alıp çeksek geriye elimiz de ne kalacak….
Fosforlu Cevriye’yi diline dolayan halkım Suat DERVİŞ’in bilincinde olsaydı, ülkem, ülke insanım, ülke kadınım nerede olurdu, dinlerken hep bunları hayal ettim.
Güzel kızlarımızın vücutlarını satan güzel kızlarımızın Face sayfalarında acılarını o derin acılarını yansıtan sözlerinin altına avcı geleneği ile yazanların yazdıklarını okudukça ülkem de daha gidilecek yolun çok uzun olduğunu düşünüyorum.
Nebahat hocam saygıyla ellerinizde öperim…
Varlığınız Ayvalık ve ülkem için o kadar çok değerli ki…
Sevgi ve saygılarımla…