featured
  1. Haberler
  2. YAZARLAR
  3. SOVSIKKO (*)

SOVSIKKO (*)

Bu öykünün yazarı kızım Feraye Şahin.

Boynuz kulağı geçermiş. Öyle de  oldu , elbette gururluyum. Ben alaylı sayılırım. O bu işin okulunu bitirdi. 9 Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Drama Yazarlığı  bölümü mezunu. Halen yayında bir televizyon dizisi olan Hercai’nin senaristliğini yapıyor. Konuk yazar olarak Büyük Çerkes Sürgünü’nü konu alan SOVSIKKO isimli öyküsüyle bizlerle oldu. Teşekkürler kızıma.

***

Güneş nihayet lacivert bir yorgan gibi göğe serilen fırtına bulutlarını delerek doğmuş, Karadeniz’in üzerinde siyahımsı bir leke misali duran gemiyi aydınlatmıştı. İhtiyar Metkan uyandığı yerde doğrulup lime lime olmuş gömleğinin deliklerinden giren gün ışığını teninde hissetmeye çalıştı. Ne vakittir üşümüyor, terlemiyor, acıkmıyor, sırtını dayadığı küpeşteye kaynamış bir tahta parçası; yahut uzun zaman önce güverteye bırakılmış dibi yosunlu bir fıçı olduğunu hayal ediyordu. Yorgundu Metkan. Vatanı Kafkasya’nın verimli topraklarından zorla çıkartıldığından beri yorgundu. Çar Naibi’nin göç etmezlerse savaş esiri sayılacak olduklarını açıklaması üzerine, yanlarına hiçbir şey alamadan Ruslar tarafından vatanlarından kovulmuş, esir olmamak uğruna bilmedikleri topraklara doğru meçhul bir yolculuğa çıkarılmışlardı. Yarı aralık göz kapaklarının arasından feri cılızlaşmış gözleriyle güvertedeki insan yığınına baktı. Her geçen gün hastalıklarla daha da azalan, küçülen, adeta eriyen yığın; yüzlerce kolu, kafası, bacağı olan büyükçe bir et parçası gibi göründü gözüne. Birazdan geminin tayfalarından birkaçı bu yığının arasında dolaşacak, içinden seçeceği suskun nabızları tek tek yığından kopartarak Karadeniz’in adı gibi karanlık sularına bırakacaktı. Böylesi anlarda o bitkin ve sessiz yığın son bir direnmeyle kıpırdanmaya çalışır, içine sıkışan canın varlığından haberdar etmek için inler, gücü yeten kollar yığından kopartılmak istenen o parçasına sımsıkı tutunup bırakmamak için nafile direnirlerdi. Güvertede dolaşmaya başlayan tayfaları görünce yüreği sıkıştı yığının; tek bir ağız olup inlemeye, tek bir yürek olup atmaya çalıştılar. Tayfaların öldüğüne hükmettikleri bedenlerin suya her düşüşünde çıkardığı ses, güverteden yükselen iniltiyi bastırıyor, o ses; bu yığından başka duyan tek bir insan yokmuşçasına yedi kıtanın üzerinden buharlaşıp yok oluyordu. Deniz bile hırçınlaşıyordu duyulmayan ses için. Sularını yararak dibe doğru düşen her ölünün ardından geminin gövdesine sertçe bir tokat atıyor, bağrında ölmemiş canlara bir karış toprağı çok gören insanoğlunun zulmüne inat, adeta kaynayarak buharlaşıp yok olmak, kendine yaşatılan utanca, suç ortaklığına karşılık, derin ve ıslak bir mezar yerine; kurumuş, çölleşmiş bir çukura dönüşmek istiyordu.
Metkan, torunu Guşav’ın elini daha bir sıkı tuttu yaklaşan tayfalara bakarak. Gün boyu kıpırdamaksızın biriktirmeye çalıştığı gücünü, artık kuru bir dal parçası gibi görünen koluna vererek Guşav’ı çekip küpeşteyle kendi arasına sakladı. Sağdı torunu ama açlıktan ve hastalıktan güçsüzdü. Ölü balık gibi bakıyor, hastalığın kuruttuğu bedeniyle yaşadığına dair bir işaret veremiyordu. Karısının, kızlarının ve onların çocuklarının ölümünü görmüştü Metkan. Kimi henüz Krasnodar bölgesindeyken kimi gemiye bindirildikten sonra ölmüşler ve Karadeniz’in dibindeki ebedi istirahatgâhlarına çekilmişlerdi, oğullarıysa çok daha önce, savaşta…
Başını yasladığı yerden güverte üzerinde dolaşan tayfaların ayaklarını takip ederek hiç bitmeyecek gibi görünen bu anın sonunu sabırla bekledi Metkan. Yüksek sesle dua ediyor ve böylece tayfaların çoğu ne dediğini anlamasa da ses veren bu ihtiyarın yaşadığına hükmederek onu denize atmak için ait olduğu yığından kopartmaya çalışmıyorlardı. Torunu Guşav’ın üzerine örtü yaptığı bedeni küçük çocuğun inip kalkan göğsünü hissettikçe içine bir sıcaklık yayıldı Metkan’ın, “ne ölüsünü, ne dirisini” dedi sessizce. Tayfalar, öldüğünü düşündükleri sekiz kişiyi daha Karadeniz’in Çerkes Mezarlığına dönüşen sularına atıp bir sonraki günün sabahına dek yığının yanından ayrılmışlardı.
Deniz sakinleşmiş, kimsenin istemediği ölü bedenleri yuğmuş yıkamış, dipten; esen yel gibi geçen akıntıların koynuna bırakıp bir daha rahatsız edilmeyecekleri en derinlerinde bağrına basmıştı. Bu ritüelin bittiğinden iyice emin olmak için bir süre daha bekledi Metkan. Neden sonra doğrulup küpeşte ile kendi arasına sakladığı Guşav’ı çekerek başını kucağına alıp tayfaların bir sonraki ziyaretine dek güç toplamak için kıpırtısız bir bekleyişe büründü. Sımsıkı yumduğu gözleri itaatine boyun eğmeyip tekrar açıldığında, bakışları gayri ihtiyari ait olduğu yığını tek tek dolaştı. Aşina olduğu yüzlerden eksilenleri bulup yasını tutmak üzere sorguladığı yığın daha da küçülmüştü. Yığının içine kaynamış umutsuz yüzlere tekrar tekrar bakıyor, o yüzleri silinmeyecek birer oyuntu gibi beynine işliyordu.
Ne çoktular yolculuğun başında. Rus askerleri Krasnodar bölgesine gelip onları sahile doğru sürdüklerinde, yürüdüğü toprakları okşarcasına basan ayakları ne çoktu. Gökteki yıldızlar kadar, ormanı orman yapan ağaçlar kadar çoktular. Şimdiyse doğup büyüdükleri, sahibi oldukları vatanlarından sürülmüş, meçhule doğru yaptıkları yolculuğun bitmek tükenmek bilmeyen fersahlarından birinde çakılıp kalmışlardı. Açlık ve hastalığın yaşattığı ölümler, sanki dünyanın seyir yerinden oturup izlediği bir kurmaca oyun gibi Karadeniz’in kâh karanlık, kâh hırçın yüzüne kondurulmuş bu geminin üzerinde sahneleniyor fakat izleyicilerin bir an olsun dikkatini çekmeyi başaramıyordu. Metkan, güneşin doğup batışını izleyerek günleri sayıyor, bir daha göremeyeceğine emin olduğu Kafkas dağlarının insanı âşık eden manzarasını düşleyerek torunu Guşav’ı yaşatacak kadar yaşayabilmeyi diliyordu.
Günlerdir yol almalarına karşın gidebildikleri mesafenin pek az olduğunu anlıyordu Metkan. Gemi tam üç gün doğumu boyunca yol almıştı. Tayfalar kimseye bir şey söylemiyor, pek az sefer güverteye çıkan kaptan, taşıdığı yükten rahatsız bir tavırla gün geçtikçe küçülen yığına bakıp iç geçiriyordu. Tayfaların kendi aralarında yaptığı konuşmalardan Osmanlı kıyılarına yaklaştıklarını anlamıştı Metkan. Tayfalar, yüklerini bir an evvel bir kara parçasına bırakıp arkalarına bile bakmadan uzaklaşmanın telaşı içinde sabırsızca bekleşiyorlardı. Gemide yiyecek ve su azalmıştı. Kısacık uyuduğu bir vakit, düşünde bir gemi görmüştü Metkan. O gemi yaklaştıkça içine bir umut dolmuş, geminin kendilerini aldığını, götürüp yurtlarına geri bıraktığını, oğullarının ve kızlarının Kafkasya’da kendisini ve Guşav’ı beklediğini düşlemişti. Bir an için inanmıştı bu hayalin gerçek olacağına. Oysa uyandığında her şeyin bir düşten ibaret olduğunu anlamış, kendilerini vatanlarına geri götürecek geminin olmayışından çok bu düşten uyanmanın hüznünü yaşamıştı. Aklına doluşan hayalleri kovmak için daha çok araladı göz kapaklarını. Düş kurmanın vakti değildi şimdi. Yaşamanın verdiği utançla ezilen yüreğine kulak asmadan, yaşatmak için çırpındığı Guşav’ın sağ salim bir karaya ayak bastığını görmeyi istiyordu. Kendisiyle bir gemiye bindirilen arkadaşı Abrek’i düşündü bir an. Gemi denize açıldıktan sonra kendini Karadeniz’in, bahtına benzettiği karanlık sularına bırakan Abrek gibi o da ölmek istemiş, savaşta ölmeyip de kadınlarla bir bindirildiği bu gemide aldığı her soluktan, gördüğü her gün doğumundan utanmıştı.
Bir savaşçıydı Metkan. Bir savaşçı gibi onuruna sahip çıkmalı, kadınlar ya da çocuklar gibi sığındığı bir köşede, canını almak için sıraya giren açlığa ya da hastalığa teslim olmamalıydı. Guşav’ın yaşaması için tek başına verdiği savaşı sürdürebilmenin gayretiyle bu utanca razı geliyor, gemideki son iki Ubıh olarak Guşav’a siper ettiği bedeninin bir toprağa ulaşana dek sağ kalması için dua ediyordu.
Yorgun bedeni tam tekrar uykunun kollarına düşmek üzereyken tayfaların bağırışlarıyla kendine geldi Metkan. Bir refleks olarak torunu Guşav’ı çekip kendine daha sıkı yaslamış, hareketin ani ve sert gelişimiyle yarı baygın çocuğun boğazından kopan inilti, gemideki bağrış çığrışın arasında kaybolup gitmişti. Tayfaların konuştuklarından bir şeyler anlamaya çalışarak gözlerini kısıp sesleri ayırt etmeyi denedi. Topraktan bahsediyorlardı tayfalar. Kıyı görünmüştü. Günlerdir güvertede tek bir yığın gibi bekleyen o güruhun sağ kalanları, şimdi son bir güçle ayaklanmış, geminin pruvasında birikerek sahile doğru bakıyor, o sahile ulaşabilmek için dualar mırıldanıyorlardı. Guşav’ı çekip iyice yanına doğru yasladı Metkan.
Saatler sonra gemi, Osmanlı topraklarına yanaştığında, onları gemiden tahliye eden adamlardan biri yanına yaklaşıp Guşav’ı kucağına almak istediğinde, torununa sımsıkı sarılmış, onun akıbeti hakkında sorular sormuş ancak söylediklerinden tek kelime anlamayan adam, oradan bir süreliğine uzaklaşıp yanında ondan daha fazla söz sahibi olduğu belli olan daha genç bir adamla dönmüştü. Yeni gelen, Guşav’ı, Metkan’ın kollarından sökmeye çalışmaksızın yanına çöküp yaşlı adamın gözlerinin içine hüzünle baktı. Bu makûs talihin vatanından koparıp getirdiği Çerkesler için yüreği sızlamıştı. Elini kendi kalbinin üzerine koyarak bekledi yeni gelen. Sanki bakışlarıyla Metkan’a “korkma” demeye çalışıyor gibiydi. Metkan, yanına çöken bu genç adamın hareli gözlerine sinen merhameti hissetmiş, torununa sımsıkı sardığı kollarını gevşeterek, sesinden duyulan son bir kelimeyle emanetini teslim etmişti; “Sovsıkko”.
Çocuğu kucaklayan adam, Metkan’dan duyduğu bu son kelimeyi ezberlemiş, kucağında taşıdığı küçük çocuğun adı olduğuna hükmederek “Sovsıko” diye acemice tekrarlamış ve birkaç adımda yaşlı adamı arkasında bırakarak Guşav ile birlikte gemiden ayrılmıştı. Yaşlı adam için gemiye döndüğünde ise onun gözlerindeki cılız ferin tamamen söndüğünü ve artık yolculuğunu bitirdiğini görmüştü. İçinden gelen bir acımayla ihtiyarın yarı aralık göz kapaklarını indirip yürüyemeyecek durumda olan diğerlerine yöneldi.
Metkan ise bir düş görüyordu. Düşünde büyük bir gemiyle sahile yanaşmış, kendisini karşılayan çocukları ve dostlarına bakıyordu. Yaşlı adamın ölüsü tüm gemi boşaltıldıktan sonra yığının gizlediği diğer ölülerle birlikte gemiden alınıp yakındaki bir köy mezarlığına defnedildi.
Guşav’ı beraberinde yolladıkları diğer Çerkesler ise o genç adamın Guşav’ı kendilerine emanet ederken neden durmaksızın çocuğa “Sovsıko” dediğini anlamıyor, tanımadığı bir Çerkes çocuğuna sürekli “çocuğum” diyen bu genç Osmanlının merhametini takdir ediyorlardı…
Gemi, yükünü tamamen boşalttıktan sonra beklemeksizin yola koyulmuş, hikâyeleri de, kaderleri de ortak olan yüzlercesini almak üzere yolculuğun başladığı yere kırmıştı dümenini. Deniz sakin bir salınışı düzen belleyip kıyıya vurduğu cılız köpükleriyle taşlara ve kumlara, bağrında yatan yüzlercesinin selamını söylüyor, kıyamete dek emanet aldığı insancıklar için kendi dilinden bir ağıt yakıyordu. Gemi, lacivert yorganını yeniden bürünen göğün altında ilerlemeyi sürdürdü. Suların üzerinde küçük, siyah bir lekeyi andırıyordu…

* Bu öykü  “Foça Deniz Öyküleri Yarışmasında ” ikincilik ödülü kazanmıştır. ( 2013 )

0
sevdim_bunu
Sevdim Bunu
0
_ok_sevdim_bunu
Çok Sevdim Bunu
0
g_ld_rd_
Güldürdü
0
karars_z_m
Kararsızım
0
bu_ne_bi_im_bi_ey
Bu Ne Biçim Bişey
0
k_zd_rd_n_z_beni
Kızdırdınız Beni
SOVSIKKO (*)
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. 23 Mayıs 2020, 12:16

    ÇİÇEĞİ BURNUNDA YAZAR KIZIMIZA BAŞARILARININ KATLANARAK DEVAMINI DİLERİM YOLU AÇIK VE AYDINLIK OLSUN…

    Cevapla
Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Balikesir24saat ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!