Günlük yaşam içinde kendimiz ve çevremizdeki insanları daha iyi anlamamızı sağlayan bir düşünce şeklidir, sosyolojik düşünce. Bir başka değişle insanların, tercih ettikleri yaşam şeklini seçme ve uygulama haklarına saygı göstermektir.
Bir düşünün!
Farklı bir ülkede farklı şartlarda doğmuş olsaydınız hayatınız nasıl olurdu? Değerleriniz, inançlarınız ve tutumlarınız yine aynı mı olurdu?
Veya aynı toplum içinde daha yoksul ya da daha zengin bir ailenin çocuğu olarak, gelişmiş ya da az gelişmiş bir bölgede farklı cinsiyette doğmuş olsaydınız, yaşamınız şimdi yaşadığınız gibi mi olurdu?
Kısacası aynı insan mı olurdunuz?
Gündelik yaşamın rutinlerine daldığımızda, yaşadığımız deneyimlerin ve çevremizde olup bitenlerin üzerinde çok fazla düşünmeyiz. Ve dünyayı çoğu zaman kendi yaşadığımız şekliyle görürüz.
Zira düşündüğümüzde, sadece kendimize olduğunu sandığımız birçok şeyin, toplumsal olarak yaşandığını fark ederiz. Yani bireysel olandaki sosyal olanı, özel olandaki genel olanı görmeye başlarız.
İşte bu düşünce bizi, deneyimlerimizi, yargılarımızı ve değerlerimizi yeniden sorgulamaya yöneltir. Ve kendi yaşamımızla birlikte etrafımızda olup biten şeylerin her zaman zannettiğimiz gibi olmadığını, başka yorumlarının da olabileceğini görebilmemizi sağlar.
Hayata daha geniş bir açıdan baktığımızda; olay ve olguları, o güne kadar edindiğimiz değer yargıları ile bireysel olarak anlamlandırmadan önce onların nedenselliği hakkında düşünmeye başlarız.
Veya o güne kadar bildiklerimizin, inanç ve değerlerimizin, kendi bilincimiz dışında, içinde yaşadığımız toplum kültürü tarafından nasıl şekillendiğini fark ederiz. Zira gündelik yaşamdaki davranışlarımızın kaynağı alışkanlıklarımızdır ve biz bunları hiç sorgulama ihtiyacı duymayız. Hoşumuza da gitmez açıkçası.
Ancak ihtiyaç duymadığımız bu sorgulama; doğru ile yanlışı ayırt etme, yargı yerine anlamaya çalışma ve her koşulda doğru kararlar vermemizi sağlayan sağduyumuzun gelişimine katkıda bulunur aslında.
Mesela bir toplumda yaşanılan olumsuz koşullar ile o toplumdaki eğitim seviyesinin ve okur oranının düşük olması arasındaki nedensellik, daha anlaşılır hale gelir.
Bakın sosyolog W. Mills, “Sosyolojik düşünmek; sosyolojik düş gücünü kullanmak demektir” demiş.
Hani toplum olarak günlük hayatta en sık karşılaştığımız davranışlardan birisidir ya “bir insan hakkında tek yönlü tahmin yürütmek veya yargıda bulunmak”
İşte sosyolojik düşünce; bir insan hakkında tahmin veya yargıdan önce o insanın geçmişini, yaşam deneyimlerini, hayat felsefesini ve toplum içindeki yerini kavramayı, yani görüneninin ötesinde görünmeyenleri hakkında da bilmeyi gerektirir. Ancak bu şekilde hem kendimizi hem de diğerlerini anlamamız daha doğru ve gerçekçi olabilir.
Şimdi düş gücünüzü kullanarak kendinizi şu ankine tamamen zıt bir hayatın içinde hayal edin. Aileniz, yetişme şekliniz, eğitiminiz, çevreniz, işiniz, toplumdaki statünüz, yaşadığınız bölge, o bölgenin inanç ve değerleri kısaca düşleyebildiğiniz kadar farklı bir hayatın içinde düşleyin kendinizi.
Hala aynı insan mısınız?
Değilsiniz elbette çünkü kendinizi bir sürü değişkenle farklı bir insan yaptınız. Tıpkı aynı toprak parçası içinde birlikte yaşadığımız, birbirinden farklı seksen küsur milyon insandan birisi gibi.
Şimdi de bu kadar çeşitliliğin refah içinde, birbirlerinin hak ve özgürlüklerine saygılı olarak yaşaması için nasıl bir sosyal politika geliştirirdiniz? Bunu düşünün.
Sözün özü insanı düşünmeye sevk eden sosyolojik düşünce; olay ve olguları kendi bağlamı içinde nedensellik ilişkisi kurarak anlama, yorumlama ve açıklama alışkanlığı kazandırır. Ve bugüne kadar bildiklerimizle rastgele bir yaşam sürdürmek yerine, gözlem ve analitik becerileri güçlenmiş, ufku genişlemiş olarak hayatı daha bilinçli ve hoşgörüye dayalı bir dayanışma içerisinde deneyimlememizi sağlar.