1947 yılının Mart ayının 11 nci günü, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası ile, Uluslar arası Para Fonu’nun kanatları altına sığınan ülkemin, ekonomik ve siyasal yapısının dönüşümüne onay veren o dönemin iktidarının sözcüsü konumundaki Ticaret Komisyonu ; “dövizlerin istikrarını sağlamak, para kıymetini düşme ve düşürme yarışmalarına engel olmak ve üyelerin arasında çok taraflı ödeme sistemi kurulmasına, para alışveriş sınırlamasının ortadan kaldırılmasına yardım etmek gibi temel taşlar teşkil eden bu iki kuruluşa ve özellikle politik bir anlaşma ile ilgilenmesi, memleketimizin mali ve iktisadi faydasına uygun olacağından şüphe götürmeyen komisyonumuz…” söylemiyle bu oldu bittiyi kamuoyuna duyuruyordu. Aynı yılın Temmuz’unda Amerikan yardımına olur veren ikili bir anlaşmanın imzalandığını görüyoruz. Bu arada Avrupa Konseyi’ne dahil olmaklığımız gündeme geliyor ve oluyoruz.Bu anlaşmalarla ve dahil olmalarla iç işlerimize müdahaleleri, devlet yatırımlarının sanayiden tarıma ve yol yapımına kaydırılmalarını, serbest rekabeti kısıtlayıcı, pazar denetleyici ve uluslar arası ticarete müdahaleci girişimlere karşı diğer ülkelerle işbirliği içinde olacağımızı taahhüt ediyoruz. O dönemin başbakanı geleceğe dair görüşlerini heyecanla şöyle dillendiriyor:
“Az faizli ve uzun vadeli dış krediler sayesinde, kendi gücümüzle çok ağır gidecek olan kalkınma işlerimizin ana kısımlarının beş-yedi yıl içinde gerçekleşebileceğini umuyoruz.”
Bu söylemin üzerinden geçen yaklaşık yetmiş beş yıla rağmen bilimde, sanayide, tarımda yaşanan olumsuzluklar, kapitalizmin alternatif kalkınma yollarını engellediğini açıkca göstermektedir. Uluslararası bankacılık sistemi, sömürünün ete kemiğe bürünmüş somut bir gerçeğidir. Kapitalist ilişkiler zincirini sağlam kılan ya da günümüzde tanımlandığı gibi küresel dünyanın efendilerini ayakta tutan, üçüncü dünya ülkelerine verdikleri krediler ve koşullarıdır; az faizli ödemeler kredinin sürekliliğini sağlarken, kapitalist ilişkiyi de yeniden yeniden üretmektedir. Geri kalmış ülke yöneticilerinin, istikrar paketi olarak halkına dayattıkları yaptırımların yarattığı hüzünler onları bağlamaz. Allah’ı, kitabı peygamberi para olan, varlığı sömürüye dayanan bir yapı, iş peşinde koşturanları, işten atılanları, ilaçsızlıktan inim inim inleyenleri, kundakta ölenleri, hastanelerde rehin kalanları vb. mat gözlerle izler. İçerdeki işbirlikçileri sayesinde sömürünün akla hayale gelmedik çeşidini üreterek yoluna devam eder. Ta ki, hüznün rüzgârına kapılmış olan kalabalığın akıl gözüyle hayata bakmasına ve kendi yaşamına sahip çıkmasına kadar.
Şimdi, genelde edebiyatın özelde şiirin özgür ve özerk alanlarının olduğunda ısrar edenlerin neyi anlatmaya uğraştıklarına bir bakalım; herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya, koşula bağlı olmayan şairin, şiirin kendi yasalarına göre hareket etmesini, yaratmasını, dönüştürmesini kabul ediyorum ama şairin ömrünü geçirdiği, yapıp etmelerini bu platformda belirlediği bir alanın ne kadar özgür ve özerk olabileceğini de söylemekten geri durmuyorum. Egemen gücün iletişim araçlarından kalabalığı yönlendirici konuşmalar yapan şairlerin varlığı, efendisi olarak benimsediği iktidar bireyinin elini eteğini öpenlerin görüntüleri, baskının ve zulmün ayyuka çıktığı coğrafyalarda dizeleriyle haykıranlar, karşı koyanlar, rakı sofralarında ömrünü tüketerek şişelerin ve kadehlerin şiirini yazanlar, öte yaşam düşünün sıtmalarına kapılıp da kendinden geçenler, günah-sevap kavramlarıyla yaşam alanlarını daraltanlar, sosyal yapının birer parçaları olmaları nedeniyle gündemdeki şiirin de belirleyicisidirler.
F.Köprülü, Türk Edebiyatına Bir Bakış isimli yazısının bir yerinde şöyle diyor:
“Edebiyat tarihi, genellikle tarihin, daha açık bir anlatım ile uygarlık tarihinin çok önemli bir kısmıdır; bir milletin yüzyıllar içindeki düşünsel ve duygusal ilerleyişini gösteren bütün fikir ürünlerini inceleyerek, onun manevi yaşantısını gerçekte olduğu gibi gösteren, canlı bir tarih alanıdır.”
Tanzimat’tan günümüze kadar süregelen Türk Şiiri’nin yazıldığı mekânları kuşatan sosyal yapıyı ve bu yapı içerisindeki şairin tavır ve tutumunu incelediğimizde, sarmal bir dinamikle buluşuyoruz. Özgürlüğü, özerkliği, şiirin kendi yasalarını bu bağlamda düşünmek gerekiyor sanırım.
Şairin dönüştürme süreci önünde sonunda, bir yerlerinden sosyal yapının kımıltılarına ilişkileniyor. Her ne kadar özerk ve özgür bir alanda yazıldığını, söylendiğini düşünsek bile, içine doğduğu sabaha, yürüdüğü sokaklara, alışverişte bulunduğu kalabalığa değiniyor ve dokunuyor şiir. Bu gerçekliğin uzağında kalmakta ısrar edenlerse, aşklarını, meşklerini, kısacık ömürlerinin iniş çıkışlarını anlatarak geçip gidiyorlar. Hayatın karmaşık bir nakış olduğunu göz önüne getirdiğimizde, bunların da alıcısının olduğu söylenebilir. Edebiyat tarihi de onaylıyor bu gerçeği. Yalnız, deneyci, eleştirici, maddeci ve devrimci bir özellik taşıyan, apaçık göremediğimiz hiçbir şeyi doğru olarak benimsetmeyen akılcılığın düzen değiştirebilen gücü karşısında, ömürlerini evrenle özleştirme yanılgısına düşenlerin hükmünü hayat kabul eder mi? Tanrı’sı sağında, peygamberi solunda, ruhu avuçlarında, günah-sevap korkusuyla yaşayan, cennet-cehennem düşleriyle sarsılan kalabalığın düzen (düzensizlik) tarafından üretilip, donatıldığı ortada değil mi?
Edebiyatın ve toplumun birbirini beslediğinin en güzel örneğini teşkil eder düşüncesiyle, on yedinci ve on sekizinci yüzyılların Fransa’sında ki yazarların, şairlerin çağ dönüşümüne neden olan etkilerine bakalım: Moliere, Racıne, Boileau, Saınt Sımon, Fenelon, Voltaıre, Rousseau, vb. anlatım temizliğiyle, düşüncenin gücünü birbirine kaynaştırarak masalları, komedileri, şiirleri, dramları, romanları, öyküleri, ölüme dair söylevleri, dini, mistikliği, felsefeyi tabanla tavan arasında çok önemli bir etkileşim aracı kılarak yaşama geçirmişlerdir. Ülkemizdeki ihtilâlleri anımsadığımızda, devrimin kültürel bir zemin üzerine oturması gerekirliliği çıkıyor karşımıza.
“Din haline getirilen Cumhuriyetin de kendi ortodoksluğu, cennetlikleri ve cehennemlikleri vardır. Çoğunluklar, seçimler, oylamalar, genel oya başvurmalar…Bunların hepsi dış görünüşten, kuralların hep kendi aleyhlerine uygulandığını görerek hayret eden aptalların aldandıkları oyundan ibarettir. Bu didinmelerin ardında, inanç sahipleriyle aydınların küçük topluluğu vardır. Gerçeği bunlar ellerinde tutmaktadırlar. Onu hakim kılmak için and içmişlerdir. Genel irade, bunlardır.”
Öldürülen ve katilleri bulunamayan aydınlarımızın anlatmak istedikleri gerçek de buydu galiba. Yok eden bir güç, imhasını sürdürüyor. Tarih başaramayacağını söylüyor ama hüzünler kalıyor geriye büyük talanlardan.
Yazı Sona Erdi!
Yüklenemedi, lütfen tekrar deneyiniz.