Herkesin herkesle kavgası
Bir toplumun maddesi böyle boşaltılır. İşsizlik ödeneklerini almak, tedavi olmak, devlet yardımı almak, herhangi bir vatandaşa verilen hizmete kavuşmak için insanlar kendiliklerinden Devletin kapısını çalmıyorlar. İhtiyacı olduğu hizmet, bundan böyle özel bir aracı vasıtasıyla verilmektedir. Artık, vatandaşı Devlet’ e bağlayan sadece yetki ve boyun eğme olgusu. ‘Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler’ adlı eserinde(1790) ”Devlet yapısını yıkan her toplum, ferdiyetin tozu ve pudrası içerisinde eriyecektir” diyor İrlandalı filozof Edmund Burke.
Kamu hizmetlerini soyup parçaladıktan, ve özel hizmet veren ve vergi toplayan şebekelere indirgedikten sonra Devlet’ in yapısını sökmeye başladık. Burke’ nin bahsettiği ”ferdiyetin tozu ve pudrası” na gelince İngiliz filozof Thomas Hobbes’ un ”herkesin herkesle savaşı” nı hatırlattığını unutmayalım ; yaşam sadece yalnızlık ve fakirlikten ibaret korkunç bir şey oluveriyordu. Sol düşünce 2008 finansal krizine etkin bir biçimde tepki göstermedi; daha geniş bir bağlamda, sol,otuz yıldır Devlet’ in pazar ekonomisi karşısında tüm yükümlülüklerini terk etmesine de bir şey demedi.
Toparlayıcı ve kuşatıcı bir söylemden yoksun kalan sosyal-demokratlar ve ilerici yandaşları, bir nesildir kendilerini koruma durumundalar: sürekli olarak, kendi politikalarından özür dilemekle kalmıyor, muhaliflerinin politikalarını eleştirdiklerinde de hiç inandırıcı olamıyorlar. Bazen programları seçim başarısı kazansa da, bütçe sorumsuzluğu, gevşekliği veya devletçi güdümcülük ithamlarına karşı kendilerini zor müdafaa ediyorlar.
Peki ne yapmalı ? Sol, hedeflerini izah etmek ve haklı göstermek için ne gibi bir lisan kullanmalıdır ? Eski usül, büyük bir evrensel teoriye yer kalmadı artık. Dinin ardına da sığınamıyoruz. Yaşamın yüksek bir hedefe doğru yönelmediğine inanmamıza rağmen, eylemlerimize, kendilerini aşan bir anlam vermek zorundayız. Bir şeyin maddi yararımıza uygun olup olmadığını bilmek, çoğu zaman insanlara yetmiyor.
Dizginini koparmış finansal kapitalizmde, veya XVIII.yüzyılda dendiği gibi, ”ticaret toplumu”nda eksik olan nedir ? Toplumlarımızda, insiyaki olarak kusurlu bulduğumuz nedir, ve bunu önlemek için ne öngörüyoruz ? Ne kaybettik ?
Çoğu zaman birbirleriyle bağdaşmayan tüm hedefler içerisinde bir tanesi önemli gözüküyor: eşitsizliklerin azaltılması. Eşitsizlikler topluma iyice yerleştiklerinde, diğer hedeflere ulaşmak haliyle daha da zorlaşıyor. Bu açıdan, ilerici bir eleştiri, herşeyden evvel her türlü kaynağa ulaşma eşitsizliği üzerinde durmalıdır ( temel insan haklarından suya kadar. ) Fakat eşitsizlikler sadece teknik bir sorun değildir; bilhassa sosyal bağların zayıflamasını ortaya serer; insanlar diğerlerini ( örneğin kendilerinden daha az zengin olanları ) dışlayan cemaatler içerisinde yaşamaya koyulurlar; bazı gruplar, bazı imtiyazları sadece kendileri için arzu ederler. Yaşadığımız dönemin patolojisi, ve tüm demokrasilerin başında dolanan en büyük tehdit budur.
Eğer bu saçma eşitsizliklerin devamında ısrar edersek, tüm kardeşlik hislerimizi yitireceğiz. Halbuki, kardeşlik, politik bir hedef olarak tüm bönlüğüne rağmen, politikanın da en gerekli şartı olarak beliriyor. Uzun zamandan beri, tüm insan gruplarının, nesiller boyunca devredilen ortak bir gelecek ve karşılıklı bağımlılık hisleriyle yaşayabildiğini biliyoruz. Eşitsizlik sadece ahlaken tedirgin edici değil, ayrıca etkisizdir de.
Devleti yeniden düşünmek
Devletlerin ne yapabileceği üzerine tekrardan düşünmeliyiz.Son elli yılın yarı-güdümlü ekonomilerinin başarıları, tüm bir genç neslin, istikrarın kendiliğinden bir olgu olduğunu zannetmesine ve vergi, kısıtlayıcı kurallar, genellikle devlet müdahalelerinden oluşan tüm engellerin yok edilmesini istemelerine yol açacaktı.
Fakat, küreselleşen rekabetin sebep olduğu sorunlara, sadece kamu iktidarları yeterli bir cevap getirebilirler. Bu tür sorunlar özel sektör tarafından ne anlaşılabilir ne de halledilebilir. İngiltere’de Viktorya saltanatı sonlarının ve XX.yüzyılın ilerici reformcularının, pazar ekonomisinin zayiatlarını düzeltmek için Devlet’e başvurmaları bir tesadüf değildir. Tabii olarak ortaya çıkabileceğini tahmin edemeyeceğimiz bu olgu ( pazarın tabii işleyişi ”sosyal sorun” u yarattığına göre ) yukardan planlanıp yönlendirilecekti.
Bugün buna benzer bir ikilemle karşı karşıyayız. Finansal pazarların aşırılıkları Devlet’in her alanda müdahalesine sebep oldu. Fakat 1989′ dan bu yana ( bilhassa devlet komünizminin sonu ile ) güçlü Devlet’ in nihayet mağlup edilmesinden duyduğumuz hoşnutluğu saklamıyoruz; öyle ki, kendimizi, devlet müdahalesinin gerekliliğine dahi inandıramıyoruz.
Devleti yeniden düşünmeyi öğrenmeliyiz. Böyle güçlü ve negatif bir mitin rolünün ne olabileceğini nasıl belirleyeceğiz?
Evvela, sol düşüncenin yeteri kadar yapmadığı, dünyanın tüm güçlü yöneticilerinin sebep olduğu zararların ifşası gerek. Bu ise iki önemli soruya sebep olmaktadır: bunların ilki zorlayıcı tedbirlerdir. Siyasi özgürlük, Devlet tarafından terk edilmek değildir: hiçbir modern devlet yönetimi vatandaşlarını ihmal edemez. Özgürlük, herşeyden evvel devletin hedefleriyle hemfikir olmama ve kendi hedef ve isteklerimizi, hiçbir ceza kaygısı olmadan müdafaa edebilme özgürlüğüdür.
Görüldüğünden daha zordur bu: en iyi niyetli Devletler dahi çoğunluğun arzularının tersine hareket eden cemaat veya bireylerden hoşlanmaz. Göze batan eşitsizlikleri etkinlik adına doğrulamamak gerekir; aynı etkinliğin, sosyal adalet adına, değişik görüşlerin sessizliğe mahkûm edilmesi için de kullanılmamasına dikkat edilmelidir. Siyasi rengi ne olursa olsun, etkinliğinin bedeli bu ise, etkin bir Devlet içerisinde yaşamaktansa özgür olmak daha ehvendir. Devlet müdahalesine karşı ikinci itiraz, iktidarın yanılabilirliğidir. Amerikalı sosyolog James Scott ”yerel bilgi’nin önemini akıllı bir biçimde hatırlatır. Bir toplum ne kadar renkli ve kompleks ise, zirvede bulunanların aşağıdakilerin gerçeklerinden o denli uzaklaşma riski vardır.(devam edecek)