Sizin kahramanınız kim diye bir soruyla karşılaşsak biliyorum ki kimse “benim(kendimim)” demeyecektir. Soru Babalar Günü’nde sorulduysa kahramanınız “baba” olacaktır ya da Anneler Günü’nde “anne”, çocukken ilk öğrencilik yıllarında sorulduğunda ya Atatürk ya da Hazreti Muhammed olacaktır. Böyle büyütüldük, böyle yaşıyoruz. Doğduktan sonra ilk yaşlarımız da en çok kimi seviyorsun sorusuyla siyaseti öğreniyoruz. Babanın anne üzerinden oluşturulan korkusuyla büyürken bu sefer sıraya artık cami hocasını da sokabiliriz(Kur’an kursuna gönderilen küçücük çocuklarımızın hurafelerle o beyinleri nasıl da korkutularak kilitleniyor ve bir şey yapamıyorsunuz. Oysa bir sevgi dini olan Kur’an korkudan beslenen cahilin elinde korkutularak ve ezberletilerek öğretiliyor) okulda öğretmen, sokakta kabadayılığa özenenler, cami de imam, polis, asker de komutan, iş de patron yada müdür, evlilikte aile büyükleri, böyle uzayıp gidiyor. Korkutularak büyüdüğünüz de aslında korktuğunuz kendiniz oluyorsunuz. Yaptığınız her hareketin onay görmesi gibi bir saplantıya bağlanmış oluyorsunuz. Kendiniz olamıyorsunuz. Bağımsız, kendinize ait bir duruş gösterebilmek özleminiz olsa da bunu ifade edecek bir iradeyi gösteremiyorsunuz. Ya dışlanırsam, ya eleştiri konusu olursam, ya bana gülerlerse, ya aptal konumuna düşersem gibi hezeyanlarımız benliğimizi sarıp sarmalıyor. Öyle olunca da kendimizden kaçmakla yaşamımızı kolaylaştırdığımızı düşünüyoruz. Kendinden kaçan insanların yaşamı her zaman bir kahramana ihtiyaç duyar. Bu öyle bir kahraman olmalı ki yaşamınızda ki her yanlış boşluğu doldurabilmelidir. Yanlışlarının kahramanıyla var olmaya çalışanların kaderi hep aynı sonla sonuçlanır. Yanlışlarını taşıyamayacak noktaya geldiğinde kahramanlarını öldürürler. Bu öyle trajedidir ki değişmez bir kural gibi sürekli oynanır. Kahramanlarıyla var olmayı düşleyenler, kahramanlarını öldürerek değiştiklerini söylerler. Bu öyle bir paradokstur ki doğru olduğuna inandığınız anlatış biçiminin yada uygulayışın sonucu her zaman yanlıştır. Oysa heyecan yaratan doğruluk noktasında eriştiğiniz orgazmın lezzetinde dayanılmaz duygu coşkusunun esirliği altında gerçek olan kendinizi acımasızca boğmanızdır. Boğmak deyince aklıma ilk gelen Genç Osman oldu. Genç Osman olayını sanki herkes bilir ancak konuşmaz. Yüreği yanar ama söndürmez. Kim öldürdü bilir ama söylenmez. Tebaası tarafından acımasızca öldürülen bu padişahın 4 yıllık saltanat süresince yaptıklarının yada yapmaya çalıştıklarının bir önemi yoktur. O tebaayı o noktaya getirilmesinde suçlu bilinse de kimse cesaretle ortaya çıkıp söyleyemez…
İnsan bir kez korkmaya izin vermesin, korkunun esiri olur. Korkunun esiri olanın kahramanı ne acıdır ki daha fazla korkutucudur. Daha fazla korkutucunun dinden medet umması ise dinin getirildiği noktada ki esir edilmişliğidir. Ortaya çıktığı çağda eşitlik ilkesinin üretim ve paylaşım ruhunun akılla birleştiği sosyalleşmeyle olabileceğini ortaya koyan yüce insan peygamberimiz insanın putlara değil aklını kendi iradesiyle kullanması yani kendine inanması ve kendini önemsemesi çok önemlidir noktasında ki çıkışıyla ve elbette bu çıkışta gelenekleri değiştirmesi güne, zamana uygun hale getirme noktasında ki iradesiyle dünya var oldukça var olacaktır. Çünkü bağımsız insanın devrimini yapmıştır. Din adına yola çıkanların, egemen gücün boyunduruğunda dini teslim etmelerinin sıkıntısının aşılması her zaman çok zor olmuştur. Atatürk’e baktığımızda gördüğümüz yine insandır, insana dokunmadır, üretimdir ve insan iradesinin insanın kendi yönetiminde değerlendirilmesidir. Atatürk, miras bırak diyenlere bu konuda “doktrin bırakamam, donar kalırız, çocuk” dedikten sonra aklınızı geliştirmekten korkmayın, çalışın ve üretin ve bilginizi sürekli bilimle yenileyin, çağınızı anlayın, yorumlayın ve çağınıza uygun projeler geliştirin demiştir…
Kahramanlara ihtiyaç duyan toplumlar, işin özünde olgunlaşmamış, büyümekten korkan, risk almaktan korkan, kararlarının sorumluluğundan korkan hep bir dayanak arayan ve bir şekilde sorumluluğun yükünü birilerine yüklemeye çalışanlardan oluşur. Ortaçağ karanlığının büyüleyici yönü budur. Bu büyüleyicilik yaşamı bir cemaat içinde yaşamanın kolaylığını verirken diğer yandan insanın içinde ki bütün o özgürlükten yana olan girişimci ruhunu köreltir. Bir kişinin mutluluğu adına diğerlerinin yaşamı köreltilmiştir. Bu öyle bir köreltilmedir ki kişinin insana dair olması gereken bütün o duygusal birikimleri ve davranışları iğdiş edilir. Bir başka kişinin eline vermiştir, yaşamını…
Kahramanlarla yaşamayı seven topluluklar da kahraman üzerinden verilmek istenen mesaj, yaşamlar üzerinde etkili olmak ve bu etki içinde teslimiyetçi ruh ile yaşamak iradesi vardır.
Üretimin içinde olan her insan kahramandır. Bir şey üretmek demek, emeğine değer vermek demektir. Emeğini üreterek değil de üreten emeğin üzerinden pay elde ederek yaşamayı tercih edenlerin nedense o üretenleri kahramanlar üzerinden yönetme hastalığı vardır. Yani kahraman dediğimiz şey, üretenin hakkını korumak maksadıyla ortaya çıkar ve bu maksadını üretenin emeğinin payını tümüyle kendisi üzerine almasıyla da sona erer. Bu çelişki üzerinde oynanan ayak oyunları ya da siyaset nedeniyle dünya bir türlü huzurlu nefes alamıyor.
Kahramanlara ihtiyaç duymadan insan olmanın erdemliliğini en yüksek derece de hissederek yaşayabilmek…. Nedense olmuyor. Olmasını zorlaştırmak adına herşeyi yapıyoruz, yapıyorlar. Ama başarmak zorundayız. Attığımız adımların hesabını vermek zorundayız. İnsan olmanın erdemliliğini yaşayabilmek adına üretime katılmak ve kendimizi sürekli yenilerken kendimiz olmaktan korkmamayı da başarmak zorundayız. Yozlaşmanın anahtarı korku tünelinde duyulan kaygılardır. O korku tünelini yırtıp attığımız da kaygılarımız önümüzde engel olarak durmayacaktır. Kaygılarıyla korkarak yaşayan insanlar, çevrelerinde ki kötülüğün baskısından kahramanların hayali cesur davranışlarıyla çıkış bulmaya çalışırlar ki bu işte en büyük çıkmaz sokaktır. Kaygıyı ortaya çıkaranlar, sahip olduğunu düşündüğünüz maddi şeylerdir. Maddi şeylerinize yada nesnelerinize verdiğiniz değer öyle bir noktaya gelmiştir ki siz adeta kendi yaşamınızdan vazgeçmiş olduğunuzun farkında olmazsınız… Biliyor musunuz öldüğünüzde adınız dahi söylenmiyor. Mevtayı nasıl bilirdiniz diye soruluyor, soru… Adınız bile söylenmiyorsa nedir o isteğiniz yada korkunuz üzerinden yaşamınızı baskı altına alan cennet ve cehennem hikayesi… Emeğiniz üretmeden çıkıp sermaye ye yöneldi mi bilin ki birileri bilmediğiniz bir yerde acı çekiyordur. Bir yerde bir insan acı çekiyorsa bilin ki orada adaletsizlik başlamıştır… Kahramanlar adalet dağıtacağım diye ortaya çıkar, sonunda dağıtamayıp üstüne aldığı adalet sorumluluğu onun sonunu hazırlar…
Günümüz insanı artık kahramanlar istemiyor. Her insan artık kahraman olduğu onurlu ve erdemli bir dünya içinde insan gibi yaşamak istiyor… Bunu insana layık görmek bu kadar mı zor mu… Hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin egemenliğinde olduğu söylemek ve buna içtenlikle inanmak bu kar zor mu?
Hazreti Muhammed’e de bakın Atatürk’e de…
“Ben bir Ney’im
Eğer dokunmasını
Üflemesini bilirsen.
Bilmezsen Neyim?” Refik Durbaş…
İkisi de üflemesini ve dokunmasını bilmişler. Önce kibri yenmişler. Kibri yenen insan bu dünya da kendi devrimini gerçekleştiren insandır.
Önemli olan da budur…
Kendini devrimini yapmak…
Kendi devrimini yapamayanların kahramanı çöp olmaktan öteye gidememiştir….
İki örnek…
Birinci örnek:
“Bertolt Brecht’in “Galilei’nin Yaşamı” adlı tiyatro eserinde çarpıcı bir sahne vardır. Engizisyon’da yargılanan yaşlı Galilei, o güne kadar söylediklerini reddederek ölüm cezasından kurtulur. Bu, öğrencileri arasında büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Genç Andrea “Kahramanları olmayan ülkeye yazıklar olsun” diye tepkisini gösterir. Galilei, Andrea’nın sözünü duymuştur. Şöyle bir yanıt verir: “Hayır. Kahramanlara gerek duyan ülkeye yazıklar olsun.”
İkinci örnek:
Cemal Yıldırım’ın “Bilimin Öncüleri” adlı kitabından aktaralım:
Kuantum kuramının temellerini atan büyük Alman fizikçi Max Planck’ın yedi çocuğundan yaşamda kalan tek oğlu 1944 yılında Hitler’e suikast suçlamasıyla tutuklanır. Nazi yöneticilerinin yaşlı Planck’a önerileri “basit” olduğu kadar korkunçtur: “Nazizme inanç ve bağlılık duyurusunu imzala, oğlun idamdan kurtulsun!” Planck, tek umudu olan oğlunun ölümü pahasına, yaşam anlayışına ters düşen bu duyuruyu imzalamaz. Oğlu idam edilir. Kendisi de bu yükü kaldıramaz ve birkaç yıl sonra ölür.
İnsanı tanımak, anlamak, hayatı tanımak ve anlamak ya da formüle etmek keşke kolay olsaydı….
İnsan kendisinin kahramanı olabilecek bilgi ve cesareti yoksa peşinden gittiği kahramanının eninde sonunda celladı olacaktır.
Sizin kahramanınız kim?
Sevgi ve saygılarımla….