Bir zamanlar aylaklıkla havadan para kazanma peşinde olan üç kurnaz kafadar, gittikleri yerlerin birinde yüz bulsalar, çoğundan da kovulurlar.
Bu durum artık canlarına tak eder, dayanamaz olurlar.
Uzun bir yolculuktan sonra, geldikleri hakim bir tepede oturup hem dinlenirler hem de aşağıdaki girecekleri şehri seyrederler.
Bilmedikleri bu şehirde ne yapıp edeceklerini ve insanların kendilerini acaba nasıl karşılayacaklarını acı acı düşünürler.
Derken, içlerinden biri, aklına gelen yaman bir fikirle yerinden fırlar:
-Buldum; bu şehirde bir “sırça köşk” yapalım; ömür boyu bolluk içinde, rahat yaşarız!” der.
Ötekiler ne olduğunu anlayamadan, elebaşıları olan:
-Vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım, diyerek hızla inerler.
Elebaşı, şehre vardıklarında nasıl davranacaklarını iyice tembihler.
Meğer şehir, o memleketin başşehriymiş.
Burada herkes iyi kötü çalışır çabalar, yardımlaşır, efendisiz uşaksız, kavga gürültü olmadan yaşayıp gider.
Zorbalık, hırsızlık vb olursa da adalet yerini bulur.
Bu üç ahbabın geldikleri o gün de şehrin pazarıdır.
Satılık olan hemen her şey ortalardadır.
Üç kafadar, önceden anlaştıkları gibi, sokaklarda aylak aylak dolaşırken etraflarına bakıp, başlarını manalı manalı sallayarak, yanlarından geçenlerin duyacağı şekilde:
-Allah Allah… Amma da acayip memleket ha! diye söylenip, her sokakta sahte bir şaşkınlıkla aynı sözleri tekrar ederler.
Gittikçe arkalarına bir sürü meraklı takılarak, bu yabancıların neyi acayip bulduklarını aralarında konuşurlar ve sonunda birisi dayanamayıp bunu sorunca, kafadarların elebaşısı atılır:
-Yahu, sizin memleketin “sırça köşkü” nerede, göremedik? der.
-Ne “sırça köşkü” kardeşim! Neyden söz ediyorsun sen?
-Nasıl yani? Sizin “sırça köşkünüz” yok mu?
Kalabalıktan:
-O da neymiş? diye söylenirler.
Elebaşı, kafadarlarına dönüp:
-Hayret! Bunlar daha “sırça köşkün” ne olduğunu bilmiyorlar.
Nereden düştük buraya?
Böyle memlekette durulmaz, biz hemen yolumuza gidelim! der.
Şehir halkı daha çok meraklanarak, bunların peşini bırakmazlar.
Beş on adım sonra önlerine geçip tekrar sorarlar:
-Canım, neymiş şu “sırça köşk” bilelim!
Anlatın da, çok önemli bir şeyse, belki biz de yaparız! derler.
Elebaşı:
-Önemli mi ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, “sırça köşke” bağlanmayan memleket olur mu?
Buralarda yaşanmaz, haydi biz gidelim! diye kafadarlarına seslenir.
Halk hemen, kendi aralarında ayaküstü konuşur, danışır ve kafadarlara yaklaşarak:
-Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun ki?
Mademki bu kadar gerekliymiş, hadi hep beraber şu “sırça köşkü” yapıverelim! derler.
Kafadarların elebaşısı:
-Hiç olur mu? Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil!
Masraf ister, malzeme ister, işçi ister, neler neler ister! Ohooo!
Bırakın bizi de varalım, biz en iyisi “sırça köşkü” olan bir şehre gidelim! der.
Ama bu kez de halk bırakmaz:
-Ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak biz de istemeyiz! diyerek ısrar ederler.
Oturup hemen hesap kitap yapıp, derhal işe koyulurlar.
Üç kafadar, “sırça köşkün” mimarlığını üstlenir.
Halk işçilik, malzeme, yiyecek-içecek, giyim vs dahil her şeyi kendi aralarında hallederek kısa zamanda ilk kat tamamlanır.
Üç kafadar içine yerleşirler ve halka derler ki:
-İşte bu! Sırça köşk oldu demektir, fakat daha tam değil.
Bu haliyle memleketinizin şanına layık büyüklükte değil.
Şimdi bunu bir an önce büyütmek lazım.
Biraz daha gayret edin!
Halk, artık bir “sırça köşkleri” var, diye nasıl da sevinir!
Kendinden kesip, sırça köşkün ve içinde oturanların hizmetine verir.
Az sonra “sırça köşkten” emir çıkar:
-Bir kat daha çıkmak lazım.
Burası hem bize; hem hizmetimize bakanlara dar gelmektedir.
Yeniden işbaşı, telaş, gayret, masraf, emek, fedakarlıkla ikinci kat da tamam olur.
Üç ahbap, yeni katın hizmeti için de halk arasından işlerine yarayabilecek olanları seçer.
Onlar da bu “sırça köşkte” ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, “sırça köşkün” çok gerekli bir şey olduğuna inanırlar, halkı da inandırmak için gayret ederler.
Derken “sırça köşk” yükseldikçe yükselir, kat üstüne kat biner.
İçi de adam dolar; dışarıdakiler “sırça köşke” girmenin kolay yolunu arar.
Girenler bir daha çıkmak istemez, dışarıdakilere pek pas vermezler.
Fakat gittikçe “sırça köşkü” beslemek, halkın belini bükmeye başlar.
Halk arasında homurdananlar ortaya çıkar:
-Sırça köşk gerekli, tamam; ama bu kadar da çok kata, odaya, bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var? diyecek olunca, bu üç ahbabın elebaşısı olan, balkona çıkıp, onlara her katın, her odanın vazifesini iyice bastıra bastıra anlatır:
-Şu odada ben otururum çünkü “sırça köşkün” başında ben varım.
Bensiz bu işler yürümeyeceğine göre?
Ben olmasam “sırça köşkünüz” olur muydu? Tabi ki olmazdı!
Şu odalar da baş yardımcılarımın.
Ta nerelerden gelip sizi ‘sırça köşke’ kavuşturduk; biz idare etmesek ne köşk kalır, ne bir şey!
Halk da:
-Pekala, ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var orada?
Şu odadakiler ne iş görür? der demez, elebaşı:
-O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke giren malların hesabına bakar ve bu malları toplayanların başıdır.
O olmasa, verdiklerinizin nereye gittiğini kimse bilemez.
Buna gönlünüz razı olur mu?
-Şu odadakiler de, “sırça köşke” zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur.
Öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu? Olmaz tabi ki!
-Şu odadakiler de “sırça köşke” girip çıkanların defterini tutar.
-Yan taraftakilerse, “sırça köşkün” odalarını süpürttürür.
Sonunda halk ne sorduysa bir karşılığını almış ve bütün odalarla bu odalarda aylak oturan insanların çok gerekli olduğuna inandırılır.
Çünkü kimi ‘sırça köşkün’ ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yardımcısı, kimi yardımcının yardımcısıdır.
Eh, artık bir “sırça köşk” olunca, oranın ve oradakilerin hizmetine bakanlar, hizmete bakanların hizmetine bakanların elbette olacağı iyice anlaşılır.
Anlaşılır ama “sırça köşktekilerin” sayısı arttıkça da, halkta onları doyuracak takat kalmaz.
Bu durumda, haliyle sırça köşkün adamları gelip herkesten yiyeceği, giyeceği zorla almaya başlar.
Direnen olursa da götürüp “sırça köşkün” bodrumuna kapatırlar.
Halk, kendi başına kendinin sardığı bu beladan kurtulmak için kımıldayamaz; çünkü “sırça köşkün” adamları, her yerdedir.
“Sırça köşkün” hikmetinden sual edilemezdir.
“Sırça köşkün” de gözü doymak bilmez, istedikçe ister.
Halka borçlu olduklarını hiç akıllarına bile getirmezler.
Yine bir gün “sırça köşkten” çıkan bir emirle herkesin elindeki son koyun da istenince ve söve saya teslim ederler.
Homurdanmayı duyan elebaşı da “sırça köşkün” balkonuna çıkıp, sesini tatlılaştırarak seslenir:
-Ey ahali, çok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir “sırça köşk” elde ettiniz.
Onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval tahıl, dört beş davar nedir ki?
Bizim için sizin şanınız, şerefiniz önemli.
Bugün verdiğiniz koyunların bile hepsini bitirmedik, boğazımızdan kestik. Bir kısmını size geri vereceğiz.
Hemen, bütün koyunların kelleleri sizlere dağıtılacak!
Koyunların kellelerini hemen halka dağıtırlar.
Kelleyi alanlar, dağılmak üzereyken içlerinden biri, elindeki kellenin başına bakarak şaşırıp bağırır:
-İyi ama bu başın beyni alınmış, tam takır kalmış!
Bunu duyan elebaşı balkondan seslenir:
-Doğrudur! Alındı ama niye alındı?
Siz beyni ne yapacaksınız ki? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!
Başka biri de:
-Bu kellelerin dili de yok! diye seslenir.
Elebaşı aşağıya doğru eğilir:
-Canım, dili de size gereksiz; çünkü yemesini beceremezsiniz!
Bir başkası:
-Yahu, bu kellelerin gözleri de yok!
Elebaşı hemen cevap verir:
-O gözün de nasıl bakacağını nereden bileceksiniz, boşverin!
Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleri ellerinde, tam dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri:
-Madem öyle, böyle kellenin de bana gereği yok! diyerek, hiddetle boynuzundan tuttuğu kelleyi olanca gücüyle fırlatıverir.
İşte o anda herkesin şaştığı bir şey olur.
Hızla savrulup “sırça köşke” çarpan kelle orada “şangırrr! diye kocaman bir gedik açar.
Halk çok sağlam ve yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca ‘sırça köşkün’ bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına oraya doğru fırlatmaya başlar.
Göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan “sırça köşk” çöker, yıkılır; içindekiler zor kurtulur.
Halk “sırça köşkün” enkazını çabuk temizler.
“Sırça köşksüz” de yaşanabileceğini anlayarak eski yaşamlarına geri dönerler.
Fakat “sırça köşkün” kötü hatırasını uzun zaman unutamazlar.
İhtiyarlar, çocuklarına ondan söz ederlerken, şöyle öğüt verirler:
-Sakın tepenize bir “sırça köşk” kurmayın, kurdurtmayın.
Günün birinde bir “sırça köşk” kurulursa da, yıkılmaz olduğunu sanmayın.
En heybetlisi için bile üç beş kelle fırlatmak yeter!
……
Bu bir masaldı!
Sabahattin Ali yazdı.
1947 Yılı’nda yayınlandı.