Herkes biliyordur anlamını ama Farsça’da otuz kuş, Ortadoğu’da Anka olarak anılan Simurg’un söylencesini kısaca anımsamakta yarar olduğunu düşünüyorum; İran’ın güneyinde yaşayan üç yüz kadar kuş, aralarında anlatılan masallardan birinde adı geçen; uzun boynu beyaz halkalı, safran tüylü, gökyüzünü alev alev yakan, güzel sesli, insana benzeyen ve Kaf Dağı’nda yaşadığına inanılan Simurg’u aramak üzere yola çıkarlar. Yolları tuzak dolu bölgelerden geçen kuşlar hedeflerine bir an önce ulaşabilmek için sürekli uçarlar. Dağları aşıp, aşk denizinden geçerler. Ayrılık vadisinden süzülürler. Hırs ovasını da aşıp, kıskançlık gölüne saparlar. Kimi hırslanır batar, kimi düşer ovaya. Pek çoğu kaybolur. Üç yüz kuştan otuzu yolunu şaşırmayıp Kaf Dağı’na ulaşır. Ancak aradıkları o masal kuşu Simurg burada da yoktur. Anlarlar ki Simurg diye aradıkları aslında hedeflerine doğru sapmadan uçan ve menzile varmayı başaran bu otuz kuştur. Yani kendileridir.
Bir ömürlük koşuda hedefi aşk olan şairi Simurg’a benzettim bir an. Bencillik, kıskançlık, ikiyüzlülük vb. sapakların hiçbirine yüz vermeden güzelin izini sürene bir masal kahramanlığını yakıştırdım. Abdülkadir Bulut’un şiirine dair düşünürken aklıma geliverdi bu masal ve yazımın adı oluverdi. Doğduğu coğrafyada gözüne ilişenle, aklını harmanlayanla, uzakları şiirin potasında eritebilme becerisine dair bakın Hilmi Yavuz ve Cemal Süreya neler söylemişler
“Anamurlu bir Türkmen’di O ve hep öyle kaldı. Üstelik her şeyi yerel olana indirgeyerek, yerelle evrensel arasında sanki hiçbir ayrım yokmuş gibi yazarak”
“Her şeyi bir türkü kıvamında, bir türkü tadında eritiyor. Yerel görünümlere, durumlara dayanıyor. Oradan soylu imgeler yaratıyor…Kasabalı bir Lorca. Her şiirinde var.”
Abdülkadir Bulut, her şeyi yerele indirgemedi. Aksine O, yereli şiirin katına yükseltti.Yaptığı işin ayrımında olup olmadığı yani yereli yüceltme eyleminin bilinçli bir edim olup olmadığı ayrı bir konudur. Ama O, doğduğu, büyüdüğü mekânların şiiriyle, düş evrenine sığanın şiirini aynı potada eritti bir güzel. Yerel ve evrensel arasında ayrımlar var elbette ve Abdülkadir Bulut bu gerçeği biliyordu. Sevişmenin, koklaşmanın, ağlamanın, gülmenin, yürek seğirmelerinin Türkmencesi, Çerkezcesi vb. olur mu? Doğduğu ve büyüdüğü mekânların şiiriyle düşevrenin içine sığan görüntülerin, kımıltıların şiirini aynı potada eritmeyi başaran, soylu imgeler yaratan şairin kendi öznesinde, dünyanın bütün insanlarının haz alabileceği bir yanını tanımlamasına bakalım:
“Hoşuma gider/elinde çay bardağı/güneyde bir köy evinin/üstü çinkolu balkonundan/ve yağmurlu havalarda/dağlara bakan birisinin duruşu//
Hoşuma gider/her gün sokaklarda/uzun eşek oynayan çocukların/avuçlarına tükürerek/koşmaları//
Hoşuma gider/çiçeği burnunda aşıkların/bir okul sonrasında/koltuklarına sıkıştırarak/ciltleri bozulmuş kitapları/ve ürkek bir tavşan gibi/aşklarını, acılarını, elleriyle bastırarak yürümeleri”
Ben’inden yola çıkan şair, aşk dilinin tercümanı oluyor sanki; kutuplarda kar topacının peşisıra koşturan bir çocuğun yüreği, ekvatorda çelik çomak oynayanla aynı heyecanı terler.Ya da sevişmelerin dili çadıra veya saraya göre değişkenlik göstermez. İnsanlığın asıl türküsü doğa dilincedir; aramızdaki konuşmalarımız, söylemlerimiz, şiirimiz, öykümüz, hikayemiz, kısaca insana dair ne varsa doğal tarafından önemsendiği oranda ana gövdeye eklemlenir. Bu noktada doğal olanın sunulanı reddi veya kabulü sözkonusudur; kendine yakışanı seçecek, safranınsa yüzüne bile bakmayacaktır asal olan, yani doğal bütünlük. Şimdi, böylesine bir ihtişamın içerisinde insanın yapıp etmelerini düşünelim bir an; nasıl bir yaşamı, nasıl dostlukları arayıp, özlediğimize karar verelim içtenlikle. Şairin aşağıdaki dizelerini yüz yıl sonra okuyanın da benimseyeceğini söyleyebiliriz bu bağlamda:
“ bilirim incelik ister marifet ister/arkadaş seçmek de yar seçmek kadar/çünkü göreceğin küçük bir ihanet bile/adama evlat acısı gibi koyar…
aslında bir su damlası kadar hafiftir insan/bir söz kadar uçucu,bir reyhan kadar yabani/ve kırlangıçların gözleri kadar ürkek/eğer cesaretle doldurmamışsa kalbini”
Sen Tek Başına Değilsin-I, Acılar Yurdumdur, Kahveci Güzeli, Yakımlar, Gözyaşları Da Çiçek Açar, Sen Tek Başına Değilsin-2, Yurdumun Şiir Defteri isimli kitaplarını sığdırdığı kırkiki yıllık ömrü kavgalarla geçmiştir. Ölümünden hemen sonra basılan Ülkemin Şiir Atlası’nı da unutmadan anmakta yarar var. Yüreği insanlık sevgisiyle dolu şair henüz yirmiüç yaşında ve çiçeği burnunda bir öğretmenken sol propaganda yaptığı gerekçesiyle mahkemeye verilir 1966’da.1985’in Ağustos’una kadar, yani 8 Ağustos 1985 günü Silifke’den Anamur’a gitmek üzere bindiği minibüsün, hareket halindeyken kapısının açılarak düşüp öldüğü güne kadar çile ve hüzünle geçen zamanın ve zamanın içini acılarla bezeyen insanın şiirini yazar. Folklorik öğelerden, lirik anlatımlardan, Türkmenler’in ağıt ve türkülerinden olabildiğince yararlanır şiir adına. Toplumların tarihsel ve sınıfsal gerçekliklerinin içindeki dönüşüm, şiirinin ana eksenlerinden biri olur.
Bataklık suyunu kevser olarak benimseyenlerin arasında yaşıyoruz. Arabeskliğin, sığlığın, alkolikliğin vb. olumsuzlukların en uç halkasına öte yaşam düşcüleri eklendi bugün. Tanrısıyla sarmaş dolaş, dünyasından vazgeçmiş, hakkını, hukukunu mizan köprüsünde (!) alacağına inanan ve inandıkça da sömürülenlerin yazıp söylediklerini okuyoruz dergilerde; su başını tutan üç beş usta(!) nın pompalamasıyla mehdiliğe soyunacak neredeyse genç şair. Şiirin cin’inden söz ediliyor dostlar. Cini, şeytanı, meleği dillendirenlerin iki bin yıl öncenin şairinden hiç farkı yok demek ki. İki bin yıl önce de her kapıya, her eşiğe bir cin yakıştırıyordu insan. Hadi o zaman bilgisizdi, bilimsizdi ya şimdi evrenin sınırlarını zorlarken böylesine gerilere özlemin ve gerilerdeki yaşam biçiminin bugüne giydirilme çabasının anlamını nasıl yorumlayacağız? Din, afyondur deyip çekilecek miyiz geriye? Arka plânda, kalabalığın şaşkınlığına kahkahalarla gülen şarlatanları görmeyecek miyiz? İçinde yaşadığımız zaman dilimini enine boyuna düşündüğümde ürpertiler içinde boğuluyorum. Yalnız mı kaldık korkusuyla genleşiyor mekânlar. İşte tam bu an da A.Bulut’un deyişi yetişiyor imdadıma:
“Sen tek başına değilsin/yağmurda koşan taylar gibi/ve toprağı iyice kavrayan/kökler kadar akranın var/omuzlarında hayat ve şiir/alın terinden bir yürüyüş…”
Hayat evrilerek, yenilenerek akıyor önümüz sıra. Geriye dönüşlerden söz etmek bir fantazyadır. Bu söylemde ısrarcı olmak bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa, çıkar adınadır. Yani, kendi çıkarı için kalabalığı hiç sayan biri/birilerinin aklı rafa kaldırtıp, yaşamı nakille (eskiden söylenmiş sözlerle), biçimlendirme gayreti, plânlı bir sömürüyü dayatmasıdır. Evrilen hayat bu safraları da atacaktır bağrından. Yaşananın hüznü kalacaktır, şiiri kalacaktır geride. ’Cin’ gibi sahtekârların gerçek yüzleri bir de…
A.Bulut’u saygıyla anarak, tek başımıza olmadığımızı anımsayalım.
Bülent GÜLDAL