Acının yıldönümü bugün.
17 Ağustos 1999 sabahı Türkiye acıya uyandı.
Kaç yıl geçti; deprem konusunda bir arpa boyu yol alınamadığı bu yıl yaşadığımız Maraş merkezli ve Türkiye’nin doğusunu yıkan depremle tekrar anlaşıldı.
Arpa boyu yol alınsa en azından yaşadığımız bu son depremde yeni binalar yıkılmaz, milyonlarca liraya satılan lüks evler mezarlığa dönüşmezdi.
Bilimin sesini dinlemediğiniz an devlet aklı bitmiş demektir.
1999 depreminden sonra sıkı denetim geldi, mevzuat değişti ama zaman içinde yine gevşedik.
Anadolu’nun faylar ülkesi olduğunu görmezden geldiğimiz ve bilim insanlarının sözünü dinlemediğimiz sürece yıkılmaya devam edeceğiz.
Ağlamaya.
Kaybetmeye.
Tükenmeye devam edeceğiz.
Son depremde Hatay’da ikamet eden bir arkadaşımız geçtiğimiz günlerde (kaç ay geçmiş olmasına rağmen acıda zerre kadar eksilme yok çünkü) yaptığı paylaşımda okuyanı gözyaşlarına boğan hislerini dökmüş… Bize üç dört kelimesi yetti zaten en başta, diyordu ki:
“Biz de sizin gibi normaldik, evlerimiz, işimiz, hayatlarımız, neşemiz, arabalarımız vardı… Hepimizin evi kendimizin sarayıydı….”
Sitemliydi.
Kızgındı.
Çünkü yalnızlığa bırakılmışlardı.
Maraş merkezli depremde Türkiye yardıma koştu ve insan kaynağı eksiği yoksa da organizasyon, malzeme eksiği çoktu.
Kızılay; yılların güvenini yerle bir etti, çadır sattı.
Yardım kampanyaları düzenlendi, azımsanmayacak kısmı reklamcı çıktı.
Haluk Levent gibi gönüllüler ile devletin İçişleri Bakanı didişti.
Depremzedelere bakılacağına gönüllüler ile uğraşıldı.
Aylar geçti 15 Ağustos’ta çadırda tek kişi kalmayacak dendi.
Hala çadır, susuzluk ve sayısız sorun devam ediyor.
Konteyner kentler tümüyle kurulamadı.
Ama bunun yerine bilim insanlarının sesi yine dinlenilmeyerek yine fay hattında, yine sallanan zeminlerde, yine yüksek katlı inşaatlar başladı.
İnsan çıkar peşinde koşabilir, günü yaşayabilir, adam sendeci olabilir.
Ama devlet; akıl dışına çıkarsa bunun zararını tüm ülke görür.
Dönelim 1999 Gölcük’e…
Devlet aklı sağlıklı işlese tee o yıkımdan sonra İstanbul nüfusuna dur demenin çarelerine düşer, yoğunluk azaltmanın çabasına girerdi.
Peki öyle bir adım görebildik mi?..
Aksine dev gökdelenler, finans merkezi oluşturmalar, devlet kurumlarının bazılarını İstanbul’a taşıma sevdası…
Üstüne Kanal İstanbul gibi doğaya aykırı suni projelerle yine bilimle inatlaşmalar…
İstanbul’un kapısına kilit vurmamız; zamanı bilinmese de olacağı bilinen depremde yıkıma karşı nasıl müdahale edileceğinin derdine düşmemiz gerekirken…
Akıl uçup gittiğinde doğru da kalmıyor işte.
Celal Şengör Hoca’ya da bazıları kızıyor, İstanbul’dan taşınmayı düşünüyorum şeklinde açıklama yaptığı için.
Oysa çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor Şengör.
Olası deprem sonrası bizim de yıllardır ve defalarca yazdığımız şekilde depremden çok belki de deprem sonrası ortaya çıkacak kargaşa, ulaşamama, kıtlık, susuzluk gibi düşünürken dahi ürperdiğimiz tablo sarsacak İstanbul’u…
Bu yoğunluk ve sıkışmışlıkta hangi kurtarmayı nasıl yapabilecek, neyi nereye nasıl ulaştırabileceğiz?…
Feryat ediyor İstanbul kendi adına.
Duymuyoruz ki!