Popüler kültürün yozlaştırdığı insani ilişkilerimizi sorgulamanın zamanı gelmedi mi ? Neler oluyor bizlere? Ahde vefayı nasıl bu kadar çabuk unuttuk, nasıl? Güzelim Türk kültürüne ne oluyor ?
Konu – komşu hakkıdır diye aşımızı paylaştığımız dostlarımıza selamı bile veremiyoruz koronavirüs belasından ötürü.
65 yaşın çektiği eziyeti da buraya not edelim mi ? Edelim!.. Diyelim ki ; sabah saat 10.00 da başlayan çarşı iznimiz saat 13.00’de bitiyordu. Şimdi saat 14.00’de bitecekmiş. Çarşı iznimiz bir saat uzatılmış. Verdiğiniz izin için ne diyeceğimi bilemedim. Hani bir söz vardır ya “ağanın eli tutulmaz “!.. Sağ olun var olun.. Bu izni bize verenlerin de bir gün bu izinle idare etmesini hiç istemem. Çok zor oluyor çok.. Bankanın önündeki kuyruk uzun. Bekle bekle sıra sana gelecek gibi oluyor, saatimiz bitiyor.. Haydaaa , eve dön koştur koştur.. Yarın gelirsiniz , erken gelin diyen güvenlikçi genç bile gülümsüyor halimize.. Kovit… Defol git, artık..
***
Kişisel çıkarların kıskançlığı günümüzün en büyük hastalığı bence.İçimdeki hüznü daha önce de yazdım. Bir duyan, okuyan olmamış anlaşılan. Duyarlı olmayı ya da duyarlılığın getirdiği sorumluluğu taşımanın önemi de diyebilirim.
Neden yok sayıyoruz duyarlılığın gereğini ?
Duyarlı olmak sanki çağımızın özelliği olmaktan çıkmış! .. Görmüyoruz , görmek ,istemiyoruz. Görenler ve okuyanların duyarlı olmasını , yetkili ve etkililerin bu konuda bir güzellik yapmasını diliyorum ve bekliyorum. Bir yıl önce demişim ki..
” Edremit’in orta yerinde Sabahattin Ali heykeli açıldığı gün çok mutlu olmuştum. ‘Okumayan adamı sevmem’ diyen adamın, kitap okurken heykeli dikilmişti.”
Sabahattin Ali heykeli açıldığı gün .
O dönem “Edremit Belediye Başkanı Sayın Kamil Saka bey , ahde vefa adına yaptığınız bu güzel hizmet için sonsuz teşekkürler ederim” diye yazmıştım. O resim çekildiğinde ne kadar keyifliydim. Gülümseyerek baktım Sabahattin Ali’nin yüzüne.
Karanlık güçlerin katlettiği Edremitli Sabahattin Ali’ye duyulan ahde vefanın duyarlılığını bir heykelde görmek beni çok mutlu etmişti. “Edremit’in orta yeri Sabahattin Ali” idi sanki.
***
Sabahattin Ali heykelinin son hali…
Dün aynı heykelin yüzüne bakarken içim ezildi.
İnsanlığımdan utandım!.
Ne oluyor bizlere ?
İnsanlıktan nasıl bu kadar uzaklaşıyoruz ?
Ne istediniz ?
Bu güzel heykelin gözlüğünü koparırken eliniz nasıl vardı ?
Yüreğiniz hiç mi acımadı ?
Bu güzelliği çirkinleştirmek nasıl bir insanlıktır ?
Utanın, utanın !..”
Şimdi o gülümsemem yok.
Bir yıldan fazla oldu Sabahattin Ali heykeli hâlâ gözlüksüz ve hüzünlü..
“Sabahattin Ali gözlüksüz okuyamıyorsun değil mi ?”
Edremit Belediye Başkanı Sayın Salman Hasan Arslan beyden ricamdır.
Başkanım , bir güzellik yapın , Sabahattin Ali kitabını gözlüksüz okuyamıyor. O gözlüğüne kavuştuğu gün yine yazmak bana kısmet olsun. Size en kalbi teşekkürlerimi sunacağımdan hiç kuşkunuz olmasın.
Ayrıca , Sabahattin Ali heykelinin onarılmasından , o heykeli bize armağan eden , geçen dönemin Edremit Belediye Başkanı Sayın Kamil Saka bey de çok mutlu olacaktır. Ama en çok da kızı Filiz Ali mutlu olacaktır. Ben kişisel mutluluğumu size özel olarak yazacağım.
Şimdiden size ve Edremit Belediyesi çalışanlarına sonsuz teşekkürler ederim.
Bu fotoğraf da bugün çekildi !…
Buraya kadar ben yazdım. Burada Sabahattin Ali’nin yıllar önce yazdığını yeniden okumak hepimize iyi gelir diye düşünerek , o yazıyı buraya aldım.
“NAMUSLU OLMAK NE ZOR ŞEYMİŞ…”
(Sabahattin Ali)
“Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarda taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…
Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” (1947)