Yaşamım boyunca çocukluğum dahil yaşadığım tüm evlerde iki özellik ilginç bir şekilde ortaktı. Bir okul ve cami yakınında olmaları. Kesinlikle özelikle seçilmiş değil. İlginç bir tesadüf. Yaşamımda hep okul zilleri ve ezan sesi izleri var. Her duyduğumda beni geçmişe götüren sesler…
Sabah ezanıyla uyanmak…
Ezan okunurken, köy evindeki ocaklığın başında titrerken giyindirilip
– Hadi kızım sıcacık çayını da iç, ekmeğinden de ye dediler mi size?
Ocaklığın o güzelim sıcaklığı, kenarındaki çay demlik, tel üzerinde kızaran ekmekler…
Erkekler camiden çıkmadan hazır olup otobüse yetişme telaşı…
Her sabah ezanında, ezan bitene kadar hep o köy evinde Firdevs halamın kızıyım ben.
Siz bir sesle çocukluğunuza döndünüz mü hiç?
Çoook eskiden. Korucu’dan Balıkesir’e otobüs sabah namazından sonra kalkar. Balıkesir’den dönüş akşam ezanından sonra olurdu. Paylan otobüsleri ile. Zaten başka otobüs yok ki.
Paylan dayı babaannemin kardeşi. Koca Paylan O. Süleyman dayımız. İki de oğlu var. İsmail ve Yılmaz Paylan. Yanımızda büyükler olmadan bile Korucu’ya gideceksek hep yerimiz olurdu. Koltuk yoksa şoförün hemen yanındaki yüksekçe alan, motor üzeri.
Eski otobüsleri bilenler hatırlar. Motor üstü epey sıcak olur. Bacaklarımız yanmasın diye bir minder üstüne oturtulurduk. Zaten bir minderlik yer, bazılarında çember gibi bir metal olurdu, korkuluk gibi. Locada özel koltukta oturur gibi keyfle yerleştirdik içine.
Köy otobüsü işte, ne ararsan vardı. İçinde bazen keçi bile olduğunu hatırlıyorum. Tavuklar zaten çok sıradan yolculardı. 😊
Korucu benim için hep çok özeldir. Hani çocukluğumuzdan şarkı gibi:
Orda bir köy var uzakta O köy bizim köyümüzdür …
Köy derdik de Korucu hiçbir zaman köy olmamış. Babam Mustafa Sayan’ın en hassas olduğu konulardan biridir:
– Korucu Nahiyedir. (Bucak) hep belediyesi vardı, der.
Ben ve benim gibi çok kişi ağız alışkanlığı köy derdik. Şimdi köy bile değil, İvrindi’nin mahallesi oldu.
Amcam ve büyük halamın evleri vardı köyde. Babaannem ve dedem sık sık gider. Dedeme Değirmenci Galip derlerdi. Babama da Galip Mustava… Ben kadınlar arasında Umman nenenin torunuydum. Babaannemin sülalesine Şıhlar denirmiş, Şıh Memet dayımıza manifotrocu derlerdi. Kocaman tahta metre ile top top pazenleri, basmaları yuvarlaya yuvarlaya attırıp kesmesini izlerdim. O kumaş kokuları çok güzeldi.
Siz hiç kumaş kokusuyla döndünüz mü geçmişe?
Pazar günleri otobüsün kalktığı meydanda köy pazarı kurulurdu. Civar köylerden ve şehirden gelen alıcılar satıcılar oldukça hareketliydi. Pazar yerinde dolanmayı severdik.
Pazar günleri dışında kadınlar meydanın ortasından yürüyüp karşıya geçemez. Adetmiş. Meydanın arka sokaklarından dolanıp karşıya en yakın yerden varırsın gideceğin dükkâna. Veya camiye. O meydan yüzünden çok kavga ederdik Gürsel’le.
Gürsel halamın küçük oğlu. Sanırsın meydan onun. Yolun karşısına geçecekken kendisi geçer, beni arkaya kovalardı. Ufak ama erkek ya. E ee, bende büyüğüm. İnat eder geçmeye çalışırdım. Her defa kavga kıyamet, önden koşup geçmeye çalışmalar, taş fırlatıp yolu kesmeler sonuç halama şikayetler…
Büyük halam, canım Firdevs halacığım çok kahrımızı çekti bir gün bile gelmeyin bir daha dediğini duymadım.
Ne güzel bir evdi o ev. Pek çok köy evi gibi büyük tahta bir kapıdan bahçeye girilirdi. Bir kenarda kocaman bir dolap vardı. Ama ip çözgü dolabı o. Üzeri sonradan kapatılmış bir kuyunun üstüne dedem yapmıştı diye biliyorum.
Korucu da bez dokunurdu. Çarşaf, velense, çapıt kilim… Bildiğim tüm evlerde dokuma tezgâhı vardı. Sokaklarda oynarken takıdık takıdık gelen sesleri duyardık hep. Artık o sesler yok.
İpleri çözdükleri dolap denilen şey çoğu evde yoktu. Belki ve vardı da küçük bişeylerdi. O kadarını bilmiyorum. Ama kadınlar gelir o dolabı döndüre döndüre iplerini sarardı. Halam evde yoksa bile dış kapıyı açar girerlerdi.
Bahçede muhteşem bir dinlenme yeri yapmıştı halam. Kilimler minderler kaplı kerevet gibi bir yer. Tahta kısım inşası dedemden, dekor halamdan. Gece gündüz oturma yerimizdi.
Her yerde çiçekler, elimizin altında fesleğenler dokundukça mis gibi kokarlar.
Emine ablam bize patates kızartırdı. Yuvarlak yuvarlak kesilmiş, muhtemelen zeytinyağında kızartılmışlardı. Bahçede odun ateşinde. Kara tavada o kadar güzel oluyordu ki evlenirken kara tava isterim diye herkesi seferber ettim. Kimse bilmiyor ki kara tava ne? En son annem bildi. O tava bildiğimiz alüminyum tava. Odun ateşinde yapılan kızarmalarla üzerinde yanan yağlar ve is ile kararmış, yılların tavasıymış.
Hiç özlem duydunuz mu kızartma kokusuna, eliniz sevdi mi hiç fesleğenin yapraklarını?
Bir kokuyla gidiyor musunuz sizde özlediğiniz yerlere?
Korucu’dan Ayaklı köyüne giderdik sık sık. Genellikle yayan tabi. İki küçük çocuk hiçbir tedirginlik korku yaşamadan, düşüncesi bile aklımızda olmadan yürürdük. Dedemler Koca dere yakınındaki taş değirmende kaldığında da dere kenarındaki bahçelere gittiğimizde de yürürdük. Bazen dedemin atı, bazen eşek olurdu. Sonraları kamyonlarla da gidildiğini biliyorum.
Ilıcaya bahçelerde çalışmak için gidilse de amaç piknik yapmaktı bence.
Ilıca dağ ılıcasıydı. Dere kenarında Aşaa ılıca, tepede Yukaaa ılıca denilen iki ılıca. Kapı yok, duvar yok sadece kocaman ağaç dallarıyla kapanmış bir yer. İçeride suyun aktığı yere küçük bir havuz yapılmış. İçeride birileri varsa girişe dalların üzerine giysiler atılır. Uzaktan bakan asla yakına gelmez. Ola ki içerdeki uzunca bir süre çıkmadı, fazlaca kaldı. Uzaktan bağırırlar.
-Hadeeen gariii çıkmıyonuz muu?
Duruma göre ya hızla toparlanıp çıkılır ya da çocuklarla haberci yollanır.
-Galabalık geldik biz, daa adamlar yıkanmadı sıradalar. İşimiz uzun siz yukaa ılıcaya gidin denir.
Kimsenin sıra için kavga çıkardığını hatırlamam. Sadece tartışmalar olurdu biraz söylenilir ama kimse kimseyi Ilıca’da basmaz, kovmaz sınırını bilirdi.
Ilıcanın az aşağısından dere akar. Kimi balık tutar kimi kenarlarda kum eşeleyip içme suyu biriktirme yeri yapar. Dere kenarındaki taşlar arasında da sabun otu denilen ot olur. Ellerini yıkarken ovalarsın köpürür. Çoluk çocuk için oyalanacak çok şey bulurduk. Genelde kendi aramızda çözülürdü sorunlar. Ama bir gün Gürsel’in sesiyle herkes ayaklandı. Dere yatağının hemen kenarında zikzaklar çizerek koşan bir çocuk ardında izinden kovalayan başı havada bir yılan!
Bağırış sesine koşan erkekler sopa, kazma, kürek yılanı kıstırdılar. Ellerindekilerle öldürmeye çalışıyorlardı. Çok büyük ve üzeri kilim deseni gibi rengarenkti.
– Öldürmeyiiin! Bana verin besleyeyim diye bağırdım. Kimse takmadı beni tabi. O arada zaten öldürdüler. Bari derisini alalım çok güzel dediğimde –Yine dellendi bu kız dediklerini de unutmadım.
Yıllar sonra Susurluk çayının kolu olan koca derenin Güngörmez yakınlarındaki yol çalışmalarında büyük bir yılan görüldüğü haberleri çıktı. Haberlere göre çok büyük ve farklı bir yılandı. Dağın dinamitlendiği zamanlarda görülmüş.
O bizim yılanın atalarındandı bence… Sanırım onun da soyunu tüketip yok ettik, pek çok şey gibi.
Renklerinin güzelliğine hayran olduğum yılanların kuyruklarının bitiş kalınlığına bakmayı o günden sonra öğrendim. Eğer zehirli – zehirsiz farkını bilseydim belki o yılanı öldürtmezdim. Kim bilir. Belki şeherden gelen Maral kızı dinleyen olurdu. Ne olsa ben o köyde doğmayı seçmiş -Maral geldi mi Maral diye karşılanan kızdım.
Sabah ezan sesiyle dalıp gittiğim köyümün hayalleriyle başladım güne.
Balkonumdaki fesleğenimin yapraklarını sevdim bana kokusunu versin diye.
Nanelerim boynunu bükmesin dedim. Onlar ki bana hep Akçay’ımı hatırlatır.
Sanmayın ki kokular sesler yaş aldıkça değerli olur.
Kızım üç yaşındayken çalıştığım okulun anaokulundaydı. Anaokulu girişte. Benim atölyem arka tarafa bakan en üst katta. Kızım atölyenin yerini bilmiyordu. Sınıfları bahçeyi çıkarken nöbetçi öğrenciye:
– Beni merdivene götür anneme gideceğim demiş. Öğrenci beni biliyor tabi. Ancak,
– Annen burada değil ki dediğinde elini tutmuş ve yukarıyı göstermiş
– Annem orada, orası annem annem kokuyor demiş.
Yemek atölyesinin kapısı açılıp karşımda kızımı görünce benim şaşkınlığım onun sevinci görülesiydi.
– Öğretmenim valla ben getirmedim, koklaya koklaya geldi kızınız …
Çocuğa nasıl kokuyorduysam artık 😊
Birçok şey var bizi biz yapan.
Unutulmayan, unuttum sandığında ansızın bir esintiyle burnuna, kulağına dolup seni sarsan… Gözlerinde saklanıp bir damlayla yüreğini oynatan. Sevindiren, üzen, coşturan anıları –Ceee! diye saklandıkları yerden çıkaran sesler, renkler, kokular ve daha nice minik şey.
Yaşamınızı aydınlatan güzel renkler, sesler, kokular eksik olmasın.
Sağlıkla huzurla kalın.
çok güzel bir yazı olmuş. Bizi eski günlere götüren bir yazı olmuş. Bu yazıyı okurken burnuma odun fırınlarında pişen köy ekmeklerinin kokusu geldi. O günler ayrı güzeldi.
Ahh ahh hiç unutamadığım kokulardan o Kara fırında pişen ekmeklerden önce pide dediğimiz bol susamlı çörekler vardı ya hani sıcak sıcak hemen oracıkta yerdik O tadı çok özlüyorum çok Sağlıkla kal bulursan benim yerine de kokusunu içine çeke çeke ye Sevgiler