“Milletleri kurtaranlar, ancak ve ancak öğretmenlerdir.” diyen Atatürk, öte yandan öğretmeni de;
“Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür.” olarak tanımlar.
Peki, ya öğretmen artık pek öyle değilse, o zaman o millet ne yapar?
Konu, iktidarın çıkardığı sözde “Öğretmenlik Meslek Yasası.”
Ama öncelikle temel bir gerçeği de paylaşmalı.
Gerçek de şudur:
Türkiye Cumhuriyetini kuranlar, Cumhuriyetin topluma yayılması, anlaşılması ve tutunması görevini de öğretmene verirler.
En başta da “Başöğretmen Atatürk” öğretmene böylesine işlevsel, büyük ve onurlu bir misyonu yükler.
İşte bu misyonla da öğretmenliğe özgü, özel bir onur, saygınlık ve kutsiyet de yükleyip armağan ederler.
Bu misyonun gereği olarak da öğretmenler, Cumhuriyetin hem çağdaşlığı, hem geleceği, hem sigortası ve hem de gerçek garantisiydiler.
Fakat işte bu misyonu yüzünden de öğretmenler, Cumhuriyet karşıtı güçlerin, devlet içindeki ve dışındaki akıl, bilim, aydınlanma ve demokrasi karşıtı güçlerin, emperyalizmin yerli işbirlikçilerinin ve onların siyasetlerinin-siyasetçilerinin hep hedefinde olageldiler.
Tarifsiz acılar çektiler ancak yine de acıyı hep bal eylediler!
Bu yüzden de denilebilir ki, bu ülkede “öğretmenlerin tarihi, Cumhuriyetin laiklik, çağdaşlık ve demokratiklik hedeflerine karşıt güçlerle mücadelenin ve onlara karşı verdikleri destansı direnişlerinin de tarihidir.” denilebilir.
“Çok sağ partili döneme” hem geçiş sürecinden, hem de geçildiğinden bu yana, bütün iktidarların, özellikle de “sağ” iktidarların “öğretmen(lik)in toplumsal ve mesleki saygınlığı”na karşı ısrarla, hiç değişmeden ve kesintisiz olarak da sürdürdüğü itibarsızlaştırarak ezme politikaları ve uygulamaları hiç mi hiç değişmedi, hiç mi hiç eksilmedi.
Bu amaçla, özellikle ve öncelikle ekonomik açıdan öğretmeni “güçsüzleştirme” politikasını uyguladılar.
Böylece hem “toplumun öğretmene olan saygısını” ve hem de kendine olan “mesleki öz saygısını” hırpalama amacı güdüldü.
Ne yazık ki bu yönde başarı hasıl oldu ve amaca da ulaşıldı!
Ayrıca da akıl almaz bürokratik idari baskıların ve yıldırmaların her türlüsü yapıldı.
Siyasi baskılar, sürgünler ve sindirmelerin olancası uygulandı.
Yerel güçlerin, eşrafın ve tutucu-bağnaz tacizlerin de daniskası!
Daha başka neler neler yapılan, hep itilip kakılan, sahipsiz, desteksiz, güçsüz bırakılan ve Atatürk’ün de “Gelecek nesiller, sizlerin eseri olacaktır.” dediği öğretmen ne yazık ki hep yalnız ve de hep kimsesizdir.
Sonuçta, yaptığı işin niteliği, önemi ve değeri ile orantısız mı orantısızca, toplumsal yelpaze içinde bugün artık, öğretmenin sayısı çok ancak “adı yok” hükmündedir!
Çünkü, önce eğitimcilik misyonu, iradesi ve mesleki varlığı gözden düşürülen öğretmen, artık o bilinen “öğretmen” değil, sadece sıradan ve herhangi bir “iş gören” gibi görülmektedir.
Durmadan, değiştirilen sözde “eğitim-öğretim modelleri” adına öğretmenler, adeta kendi kendini bile artık konumlandıramaz, savunamaz-koruyamaz ve tanıyamaz duruma getirilip, ulu orta “cıscıvlak” ve “kıskıvrak” bırakan bir yapı içinde hapsedilmiştir.
“İşgören” durumuna düşürülen “öğretmen” her gün, her saat ve her an neredeyse her önüne gelenin, kötü niyetli idarenin, öğrencinin, velinin ve gücü yetenin-yetmeyenin çok yönlü tacizi altındadır.
Adeta “Gelen geçen, mevlayı seven vursun.” istenmektedir.
Bir güvencesi-garantisi olmaksızın açık denizlere salınmış yelkensiz teknede gibidir.
Bugün artık öğrencisinden velisine kadar, iktidar partisinin uzantılarından il-ilçe milli eğitim hatta okul müdürlerine ve müfettişlere varana kadar öğretmen, inanılmaz ve akıl almaz saldırı, şiddet, yaralama, taciz, sürgün sarmalına kıstırılmış halde olup, siyasi iktidarın da çok yönlü bir kıskacı içindedir.
Hemen her gün, ülkenin herhangi bir yerinde, öğretmenlere yönelik kötü haberler, toplumda da adeta alışılmış, kanıksanmış gibidir.
Toplumda, mesleki anlamda manevi bir ağırlığının ve saygınlığının kalmaması için öğretmen, adeta “şamar oğlanına” çevrilmiştir.
Bütün bunlar taammüden yani bilerek ve isteyerektir.
Bu tam anlamı ile siyasi bir tercihtir.
Özellikle son yıllarda iktidar merkezli olup, doruğa çıkan “öğretmeni itibarsızlaştırma” süreci, çok yönlü olarak yürütülmektedir.
Toplum katında herhangi bir “işgören” takımı gözüyle bakılmasına yol açan bu anlayış karşısında öğretmene düşen de mesleği ile doğru orantılı olarak, topyekun bir “saygınlık-itibar mücadelesi” verebilmektir.
Bu, aynı zamanda “özüne dönmek” için de bir gerekliliktir.
İtibarsızlaştırmaya toptan bir karşı koyuş demektir.
Durumun da “farkına varma” bilincidir.
Bu bilinç, sorunun kaynağını görebilme işidir.
O halde öğretmenler, emekleri, kişilikleri, meslekleri ve mesleki onurları adına mücadeleyi yeniden içselleştirip güncelleyebilmelidir.
Ellerinden alınan, kaybettirilen mesleki saygınlıkları için direnebilmelidir.
Çünkü iktidarın son çıkardığı sözde “Öğretmenlik Meslek Yasası” ile durum, çok daha başka bir yöne çekilmek istenmektedir.
İktidarın maksadı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir.
Her şeyden önce, bir bütün olan “öğretmenlik” kendi içinde hiyerarşik olarak kategorilere ayrılıp parçalanarak, kendine yabancılaştırılmak, özünden uzaklaştırılmak, geçmişiyle de tarihsel bağları kopartılmak istenmektedir.
İktidarın istediklerine “başöğretmenlik” ünvanı verilmesiyle de Atatürk’e ait olan bu unvanın sıradanlaştırılması istenmektedir.
Yasada ayrıca, öğretmenlik mesleğine kabulde, MEB’in tek yetkili olma tekeli de terk edilmesi ve anayasal olmayan başka başka odakların da işe dahil edilmesi istenmektedir.
En tehlikelisi de öğretmen seçme işi “eğitimbilim-pedagoji” ilkelerine kökten aykırı hale getirilmektedir.
Böylelikle de “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” öğretmenler değil, iktidara tam bağımlı, kalıpçı düşünen, akıl-bilim dışı yapılanmaların emrinde, uydu görevliler üretilip, çocuk-genç nesiller bunların eline teslim edilmek istenmektedir.
Çünkü öğretmen “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür.” değilse zaten o, “öğretmen” değildir ve büyük tehlikedir.
İktidar, hep bunun derdindedir!
İşte bu yüzden “Eğitim, Cumhuriyetin kalbinden vurulduğu yerdir.”
Bu, boşuna değildir!
Bu durumda, öğretmenliğin Cumhuriyetle kazandığı mesleki ve toplumsal onuruna yönelik bu çok yönlü itibarsızlaştırma ve de yozlaştırma politikalarına karşı öncelikle bütün öğretmenlerin, demokratik kitle örgütlerinin, siyasi partilerin, anne-babaların, bütün yurttaşların birlikte tutum alarak demokratik mücadele yürütmeleri kaçınılmazdır.
Şu da bir gerçek ki uzun süreden beri TBMM’de, saha içinden, eğitim-öğretim pratiğinden, kürsülerden yani doğrudan eğitim süreçlerinden gelen temsilciler yok denilecek durumdadır.
Bu yüzden, eğitime yönelik yaygın tahribata karşı yeterince tutum alınamadığı, laik-bilimsel eğitimin etkilice savunulamadığı, sorunlara de istenildiği gibi sahip çıkılamadığı ortadadır.
Bu yüzden, önümüzdeki süreçte TBMM’de, hem tahribatın onarılması hem de yeniden yapılanma için saha içinden, eğitim süreçlerinden gelen temsilciler, özellikle de CHP’de olabildiğince yer almalıdır.
Başta Başöğretmen Atatürk ve onun izindeki bütün öğretmenleri, öğretmenleri alınmış kürsüleri selamlarım.