İngiliz düşünürü J.Lock’a göre,insan doğuştan bilgisizdir. Bana göre yeteneği saklı tutmak koşuluyla şöyle de denilebilir; yeni doğmuş bir çocuk ilerleyen yaşam sürecine koşut olarak, deneyimlerine ve gözlemlerine göre bilgilenir. Aptallar deney ve gözlemden yoksun oldukları için, ömürleri boyunca aptal kalırlar. Tüm yaşamları bomboş bir kâğıt gibidir. İnançları, bu ak kâğıt üzerinde yalnızca bir noktadır. Denizlerin yönsüz planktonlarına benzerler. Yaşam dalgalarının gel gitlerinin önleri sıra,bir yönsüzlük içerisindedirler. Soru sormayı bilmedikleri için karanlık evrenlerinde mutludurlar. Oysa, “düşünen bir baş için gözü kapalı yaşamak, sırtına yükletilen yükün ne olduğunu sormadan taşıyıcısı olmak gibi insana yakışmayan bir durum benimsenemez. İnsan soru soran, soru sormayı bilen, isteyen bir varlıktır.” Yaşamın ayırdına varmak isteyen, karanlıkları sorgulayan, gerçeğin izini sürendir insan. Binlerce yılın gerisinde kalmış olan dogmaların peşisıra yürümek, binlerce yıl önce yaşamış insan gibi düşünmekte, davranmakta ısrar etmek, hayatın birbiri ardısıra gelen ve birikerek tarih olan gerçeğine karşı durmaya çalışmak, yaşanılan anları kirletmekten başka bir şey değildir. Doğanın itici gücü önünde sonunda kirlerinden temizlenecektir zira.
Hallacı Mansur’un yaşadığı zaman diliminde softalardan birinin şöyle dediğini anlatıyor tarih; “bizim mağaralarda, izbelerde fısıldaştığımız sır tecellilerini Mansur açığa vurdu ve ayağa düşürdü.” Börtü böceğin süründüğü izbelerde, mağaralarda bilinmeyenin bilinmesine dair ne fısıldaşılır da yüksek sesle konuşmaktan korkulur? Mansur’a göre bilinmeyenle (tanrı), bilinen (insan) içiçedir, tek vücuttur.Yani insan tanrıdır ya da tanrı insandır: “Beni öldürün/beni öldürün/yaşadığım ölümümdedir/benim yaşayışımda ölüm/ölümümde yaşama vardır” derken, izbelerde-mağaralarda kimilerinin korkuyla fısıldaştığı gerçeği günışığına çıkarıyor Mansur. Ait olduğu toplumun inançlarını kökünden sarsıyor bir an’da. Ve saltanatı sarsılan zamanın egemenleri tarafından hapsediliyor. Düşüncelerinden vazgeçmesi için bir dizi işkenceden geçiriliyor ama o gerçeğin sularından bir adım geri çekilmiyor. Egemen güç elleri, ayakları ve sonunda başını kestiği Mansur’la, zamanın sesini soluğunu da keseceğini sanıyordu. Oysa O’nun söyledikleri hâlâ yaşıyor. İzbelerde, mağaralarda korkuyla fısıldaşanların uzantısı, kirli yüz ve düşleriyle bugün de var. İnsanı yakarak, zamanı boğarak varlıklarını sürdürmeye uğraşıyorlar. Gerçek, ışıltılarla dönüyor önümüzde oysa.
N.F.Kısakürek’e göre Hallacı Mansur, omuz omuza yaşadığı insanların içinde bir ayrık otudur. Bakın nasıl betimliyor yaşanan dramı; “seziliyor ki, Mansur dışardan gelen bir zulmün değil, kendi nefsinden fışkıran bir şeyin mazlumudur, kendi kendisinin mazlumu…Zirâ onun âkibetini mukaddes ölçü biçti ve idamına hükmetti.”
Şimdi, N.Fazıl düşüncesinde olanlara sormak gerekiyor; mukaddes ölçü, düşüncesinden ötürü bir insanın ellerinin, ayaklarının, başının kesilmesini ve üzerine neft yağı dökülerek yakılmasını nasıl emreder? Böyle bir emrin mukaddesliğinden insan olarak söz edebilir miyiz? Mansur’un ‘nefsinden fışkıran şey’in özgür düşünce olduğunu söylemeye dili varmıyor N.Fazıl’ın. Düşünce özgür olmadıktan sonra, insan nasıl insan olabilir? Kalabalığı bin yıl öncenin masallarıyla uyutmak, egemen güçlere mukaddeslik kılıfları icat etmek ,doğuşla hak edilen özgürlüğü baltalamak değil midir? İnsan ne çekiyorsa böylelerinden çekti, çekiyor .Daha dün kitap toplatanlar, yakanlar bunların akrabası değil miydi?
Bir tüneli geçiyoruz, bitimine yakın yeniden yeniden başlayan. Bildiğimizin ama söyleyemediklerimizin etrafında fır dönüyoruz. Bir zamanlar izbelerde fısıldaşılan şimdi kapalı kapılar arkasında konuşulan aynı korku bu. Adını bizden öncekilerin koyduğu masalların çevresinde yorulmaksızın tapınıyor, yarınların da bulanıklığına neden oluyoruz. Oysa sevgi, bilgi ve gerçek evrenseldir. Üniforması yoktur bunların. Sarığı, cüppesi, tapınağı yoktur. Gerçekten yana söylenmiş her düşüncenin tüm zamanlarda geçerliliğini koruması bu yüzdendir.
Yunus Emre, Pir Sultan, Azmi Baba,Viranî, Kaygusuz Abdal, Edip Harâbî gibi ozanlar günümüzde yaşasalardı halleri nice olurdu acaba? Bakın Azmi Baba’nın söylediklerine: “Yüz bin tamun olsa korkmam birinden/Rahman ismi nâzil değil mi senden/Gaffar-üz-zünûb’um demedin mi sen?/Affet günahımı yalancı mısın? Azmi Baba bu söylemiyle yaşadığı toplumun önünde giden biri. Eleştiriyor, yargılıyor ve yeni sentezlere varıyor.İnsana özge durum budur işte.
“Topraklardan, taşlardan yola çıkarak bitkilerden, sürüngenlerden geçip insana ulaşmış bir evrim var. Madenler, bitkiler, hayvanlar zinciri sonunda gelip insana dayandı. Evrim sonsuz olduğuna göre, insandan öte de bir şeyler olmalı. Gelişme gücü insanı da zorlayacak elbet, evrim insanı da aşacak. Bir gün gelip yepyeni bir yaratıkla karşılaşacak dünyamız.”
Alman düşünürü F.Nietzsche insanüstünün özlemini çekerken, insanlığımızı onarmaktan söz ediyor Comte. Darwin’se hayvanlığımızı onarmalıyız diyor. Bergson, selameti metafiziğe dönmekte buluyor. Kimi düşünürler insanı kimileriyse tanrıyı baştacı edegelmiş ve arayış içerisindeki insan özgür iradesinin sahibi olduğu oranda bu git geller içerisinde kendi doğrusuna ulaşacaktır. Yeter ki özgür düşünce kuduz bir köpek gibi kovalanmasın..