Son günlerde Kaya Erdem’in “Demokrasi’nin Elli Yılı” kitabını elimden düşürmez oldum. Okuyorum, üstüne düşünüyorum… Kaya Erdem sıradan bir insan ama sıradan bir siyasetçi değildi. İngiltere’de Londra Büyükelçiliği’nde 6 yıl görev yapmış. Görev yaptığı sırada kızı ilkokula bu ülkede gitmiş… İlkokul son sınıfta okurken baba-kız sohbet ederken kızının anlattıkları ilgisini çekiyor ve kitabına alıp yazmış.
Kızı anlatıyor: Yazılı imtihan sonrası öğretmen imtihan kağıtlarını topladıktan sonra öğrencilere dönüp sormuş; “içinizde kopya çeken arkadaşlar ellerini kaldırsın”
Söyler söylemez, üç öğrenci elini kaldırmış…
Ellerini kaldıran üç öğrencinin mahcubiyetten yüzleri kızarmış vaziyetteymiş…
Kaya bey öyle şaşırmış ki kızına hemen sormuş; “Niçin kopya çektiklerini itiraf ediyorlar?”
-“Baba, sınıfta hepimiz kimin kopya çektiğini biliyoruz. Eğer o öğrenci elini kaldırmazsa, yalan söylemiş durumuna düşecekti, bu suç kopya çekmekten çok daha fazla karakter zaafiyeti. Onun için itiraf ediyorlar”
Kaya bey bu bölümü “Kültür farkları” ara başlığı ile yazmış…
Şimdi düşünün bu olay ülkemizde olsa ne olurdu. Öğretmen böyle soru soracak ve kimse parmak kaldırmayacağı için diğer öğrenciler söyleyecek olursa ve çocuğunun ismi söylendi diye o aile söyleyen çocuklara ve ailelerine kötülük anlamında neler yapabilecekleri konusunu sanırım hiçbirimiz düşünmek bile istemeyiz…
Kaya bey ehliyetini Londra’da almış. İngiltere’de ehliyet almak öyle zormuş ki… İkinci ya da üçüncüde alanlar bile parmakla gösterilirmiş… Sınav, trafiğinin en yoğun olduğu saatte ve yer de yapılırmış. İşin ilginç olan yanı ise sınav komisyonu yokmuş, bir kişinin nezaretinde yapılırmış… Kaya bey ehliyetini ilk seferde almış…
Bir gün İngiliz arkadaşına sınavın yapılış şeklini sormuş. Niçin bir kişinin denetiminde yapılıyor. Bu öyle ucu açık bir durum yaratır ki demiş, demiş de dediğine pişman demeyelim de ülkesiyle karşılaştırınca cahilliğini ya da kültürün ne anlama geldiğini öğrenmiş…
-“Mr. Erdem, bizde araba kullanmak, hem kendimize, hem de diğer vatandaşlara karşı büyük bir sorumluluktur. Biz imtihana acaba araba kullanma sorumluluğunu taşıyacak seviyede miyiz, bunu öğrenmek için giriyoruz.”
Biz niçin giriyoruz… Bunu sorguladık mı?
Niçin girdiğimiz ortada dün yola kabahat buluyorduk…Bugün arabalar çok konforlu, o hızı yaptığımın farkında olmuyoruz abi deyip hep kendimizi aklamayı çok seviyoruz…
Kaya bey artık Hazine Müşteşar’ıdır. Kızı, Cambridge Üniversite’sinin ekonomi bölümünü bitirmek üzeredir. 1979 Nisan ayı… Son taksit tutarı olan 150 sterlinin 30 Nisan 1979 tarihine kadar ödenmesi gerekmektedir. Para transferi 15 Mayıs’ta ancak 80 sterlin olarak gerçekleşmiş. Para yatmazsa kesinlikle mastır programı diplomasını alamıyor. Okul idaresi sürekli sıkıştırıyor, kızını… Kızı, babasının hazine müşteşarı olduğunu ve bir süre sonra telafi edileceğini söylese de kimseyi ikna edemiyor. Nihayetinde doğruyu söylemek zorunda kalıyor. Mayıs ayının ilk haftasında babasının %80 devalüasyonun yapılacağını bilen birkaç kişiden biri olduğunu spekülasyonları önlemek adına yapmadığını söylemek zorunda kalıyor. Üniversite yönetimi bunu etik bir davranış olarak görüyor ve özel bir üniversite kararnamesiyle kızını mezun ediyor.
Sizlerde benim gibi acı acı gülümsediniz diye düşündüm.
Balıkesir’de görev yapıyorum. Kurum adına görüş vermek ile sorumlu olduğum bir iş nedeniyle görevli 5 günlüğüne Marmara adasına gittim. 5. günün sonunda komisyonu valilik adına kuran kurum yetkilisi bize harcırahlarımızı peşin verdi. Şayan’a istediği bir şey vardı, onu aldım. Verdiğimde sevincini belli etmeden önce nasıl aldın bunu paramız yokken dediğinde boş ver, üzümünü ye bağını sorma, dedim. Boş vermem, açıklamazsan çöpe atarım. Açıkladım. Sonra bu haftayı arazi tazminatımdan düşeceğim, dedim. Peki! anlaştık, yalnız bir daha böyle işlere gitmeni istemiyorum, dedi. Şayan böyle tavrını tedirgin koyunca ben de konuyu araştırdım. Diğer bölgelerden görüş aldım. Bir dosya hazırlayıp bölge müdürlüğüne verdim. Bölge müdürümüz raporu onaylayınca kurumum bu olaylarda farklı bir yol izlemeye gitti.
Alev Alatlı’nın çok güzel paçoz tanımı vardır.
“Paçoz, kendi çıkarları için her yolu mubah sayan, küstah, beş para etmez, sokak kurnazı, zevzek, müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtensiz, pespaye, nekes, terbiyesiz, aşağılık, ahlaksız, kalleş.”
Ben olsam bu kadar uzatmazdım.. Paraya yenilen, paranın satın aldığı insan, paçozdur.. Bu kadar kısa ve net bir tanım.. Bu arada not düşelim, Alev Alatlı da damadı üzerinden paraya yenilmiştir…
1989 yılında Berlin duvarı(utanç duvarı) yıkılınca sandık ki dünya daha özgür olacak. Bizler yıkılan duvarın sarhoşluğunu yaşarken sermaye boş durmadı. Dünyanın yüzeyine 9 trilyon dolar döktü. Bütün noktalara internet ağının kablolarını döşedi. Bütün derdi dünyayı düzleştirmekti. Dünya “düz” olunca çelişki de düz olacaktı. Emek-sermaye çelişkisi yerini tüketici-emek çelişkisine bırakacaktı. Fiyatlar düştükçe tüketici çıldırıyordu. Sanki fiyat artışının tüm sorumlusu emekmiş gibi faşist düşünce öyle benimsenir olmuştu ki taşeronlaşma da ezilen ve ölen işçi kimsenin umurunda değildi. Yeter ki alacağı ürün ucuz olsun…. Önemli olan buydu…
İnsanı anlamak, tanımak öyle zordur ki… J.Krishnamurti “Kendini Bilmek” isimli kitabında bilinç üzerinde durur. “Önce kendi bilincimizi, ne olduğunuzu anlamak zorundasınız”, diyen yazar devam eder; “ne olduğunuzu da ancak farkında olarak anlayabilirsiniz. Kendinizi ilişki aynasında görmek demektir bu. Eğer gördüğünüzü mahkum edecek olursanız kendinizi göremezsiniz. Çok basit. Bir çocuğu suçluyorsanız onu anlamadığımız ortadadır. Suçlarsınız, çünkü sorundan kurtulmanın en kolay yolu budur.”
Gülmek niçin devrimci bir tavırdır, noktasında hiç düşündünüz mü bilmiyorum. Ben düşündüm. Bu konuda uzun yazabilirim de şimdilik sadece bir cümle yazmak istiyorum. Hayattan zevk alanların ya da zevk almanın en yakın halindeyken, gülmek o zevkin ya da keyfin ortaya konulmasıdır. Hayattan zevk almak, herkesin kolaylıkla başarabileceği bir tavır değildir. Zevk almanın içinde anlamın değeri ve bilinci vardır. İnsan anlamın üzerinden gülüyorsa bu gerçekten bir devrimci duruştur. Çünkü diktatörler genelde çatık kaşlı olup kasım kasım kasılmayı bir güç gösterimi olarak görürler. Berlin’deki insanlığın utanç duvarı yıkılınca gördük ki dünyanın her noktası duvarlar örülerek anlamsız hale getirilmiş. İnternet dediğimiz şebeke ağının içinde ağın içine hapsedilmiş küçük insanların çırpınışları öyle anlamsız ve doyumsuz ve umarsız şekilde sunuluyor ki “küçük insan” karar verici noktasında yönettiğini düşünüyor. Küçük insan burada özgür olduğunu düşünüyor. Tavır koyduğu düşünüyor. Oysa bilse ki kendisinin bu köksüz tavrı ile kötülükler yasallaşıyor ve gülmek imkansız hale geliyor. İnsan bir kez gülme iradesini kaybetti mi nelerini kaybettiğini ancak çok sonra anlayabiliyor. İnsan, hayatın anlamını kaybetti mi değer verdiği her şeyi kaybeder. Bununla da kalmaz, iyinin ve kötünün ayırdını yapmaksızın istediği her şeyi yapmayı kendine hak görür. Bunun adı özgürlük değildir. Bunun adı “sana ne” çıkışı da değildir. Sokak kültüründen sokak devrimcisi, lümpenlik anlamında yaratılır da bunun yaratacağı Atatürk gibi “medeniyet devrimcisi” olmaz. Stalin ya da Hitler gibi insan kasabı olur.
İnsanın yaşama heyecanını kaybetmesi demek yaşamın anlamsız olduğu sonucuna bizi getirmemelidir. Yaşam kendi başına hiç bir anlam taşımasa da kendi başına çok değerlidir. Bize düşen görev ise yaşamamızı anlamlı kılacak değerler üzerinden besleyip yönetebilmektir. İnternetin hayatımıza getirdiği hız ne acıdır ki bizi yaşamın değerlerinden, zenginliklerinden kopardı. Bunu da emeği değersizleştirmek suretiyle yaptı. Emeğinden, emekten kopan insan her anlamda kolaycılığa alıştı ve hırsızlığa uygun hale geldi. Biz hırsızlık deyince aklımıza hemen birinin bir şeyini çalmayı getiriyoruz. Oysa bugün en büyük hırsızlıklar gelecek kuşakların haklarını çalmak üzerinden oluyor. Ölmeyeceğini düşleyen insan para ile her şeyi, her kötülüğü yapabilmeyi kendine hak görürken bunu ödül ile kutsamayı da unutmuyor. İnsan, insanlığı öldürürken kendi günahlarını seçtiği ve gölgesine sığındığı zalim tiranlar üzerinden ödemeyi de çok iyi beceriyor. Günümüz tiranları ne acıdır ki seçilmiş korkuluklardır. Dün biri çıkıp kral çıplak diyordu… Kral çıplak denirken denilmek istenilen, yaşadığınız onca kötülüğü sizler istediğiniz için yaşadınız. Oysa koyacağınız direnç ile bunu yaşamayabilirdiniz. O’nu kabul eden sizdiniz, siz birden çoktunuz, o bir kişiydi. Ama sizinde içinizde kötülük vardı ve siz onun büyüleyici etkisi içindeydiniz. İnsanın çürümesi böyle bir şeydir. Paçozluk böyle bir şeydir. Bir şeye sahip olurken üzülenleri düşünmeden kendi bencilliğin için yaşamaktır. Kendi haksız kazanmanı kendi başarı hikayen olarak görmendir. Küçük adamın hikayesi insanlık tarihinin basamak-merdiven hikayesinin özeti gibidir. Ya basamak olursunuz ya insan… İnsanın insan olması zordur, zor olduğu içindir ki basamak olmayı sever ve kırıntılardan beslenmeyi kolayına geldiği için hemen benimser. Dünya, insanın aklıyla mücadele ettiği bir arenadır. Bu arena var olduğu günden bu yana bugünler de en zor anlarını yaşıyor.
Çürüme, yozlaşma had safha da, hiç böylesi görülmedi… Asıl sorumlu o kadar güzel gizleniyor ki… Bütün kötülüklerin merkezinde küçük adamın kendisi var. Ve küçük adam çırpındıkça batıyor.
Para ile her şey çürütülüyor.
Çürümeye karşı koymak zorundayız.
Paranın gücünü kırmak zorundayız.
Paranın bilinci yok etme gücünü sona erdirmek zorundayız.
Paranın sevginin gücünü yok etme isteğini yer yüzünden silmek zorundayız…
Dinle küçük adam hikayenin kötü adamı sensin. Kurtulman için yapman gereken, bilincinin farkında olup yaşama sevincini anlamı içinde zenginleştirip zenginleşmenin paranın satın aldığı şeyler üzerinden değil satın alamadığı değerler üzerinden olduğunu görmen ve benimseyip yaşam ilkesi yapman gerekiyor. Zamanın azaldı.
Ya doların yeşili ya da doğanın yeşili…
Çözüm bu kadar basit…
Ya sevginin gücü ya da güce olan bağlılık temelinde oluşan çıkarların gücü…
Çözüm bu kadar basit…
Ya emeğin gücü ya da sermayenin gücü…
Çözüm bu kadar basit…
Fısıltıyı bile duyamıyorsan o zaman taşı bekle!
Kavga bu kadar yakın, bunu da unutma!…
Sevgi ve saygılarımla…
“Dinle küçük adam,
Sana ‘küçük adam’, ‘sıradan insan’ diyorlar; yeni bir çağ, ‘Sıradan İnsan Çağı başladı’ diyorlar.
…Korkunç bir geçmişin mirasçısısın sen küçük adam. Mirasın, avucunun içinde alev alev yanan bir elmastır. Bunu sana söyleyen benim; beni dinle.
Her doktor, her ayakkabıcı, her teknisyen ya da eğitimci, işini doğru dürüst yapmak ve yaşamını kazanmak için, eksikliklerini bilmek zorundadır.
Birkaç on yıldır, şu yeryüzünde yönetici rolü oynamaya başlamış bulunuyorsun. İnsanlığın geleceği senin düşüncelerine ve senin yapacağın şeylere bağlıdır. Ama öğretmenlerin ve efendilerin aslında nasıl düşündüğünü ve gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana; seni kendi geleceğine egemen olma yetisi verebilecek yönde eleştiren ve bu eleştiriyi dile getirme yürekliliğini gösteren tek kişi yok.
Yalnız bir anlamda ‘özgürlüğüne sahipsin’ sen: Kendi yaşamını yönetmeyi öğrenmeme, kendini bu yönde eğitmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin.
Yönetimi elinde tutan kişilerin, ‘küçük adam için’ yetke istemesine, güç istemesine, iktidar istemesine izin veriyorsun. Ama sen, hiç sesini çıkarmıyorsun. Yönetimi elinde tutan güçlülere ya da kötü niyetli güçsüz adamlara seni temsil etme yetkisini veriyorsun, onları seçiyorsun. Her seferinde aldatıldığını görüyorsun, ancak bunu anladığında iş işten geçmiş oluyor.
Gelecek senindir, buna hiç kuşku yok.
Öyleyse her şeyden önce, kendine bak bir.
Gerçekte olduğu gibi gör kendini.
Liderlerinin sana utanmadan söyledikleri şu sözlere aldırma:
‘Sen, küçük, sıradan bir insansın’. Bu sözcüklerin çifte anlamını kavrıyorsun değil mi; ‘küçük’ ve ‘sıradan’.
Kaçma, kendine bakma yürekliliğini göster.
Kendine bakmaktan korkuyorsun.
Eleştiriden korkuyorsun küçük adam.
Sana vereceklerini vaat ettikleri yetkiden korktuğun gibi korkuyorsun. Bu yetkiyi nasıl kullanacağını bilemezsin.
Başka bir biçimde yaşayabileceğini düşünmeye cesaret edemiyorsun.
Koyun gibi güdülmek yerine özgür yaşamak, taktikler uygulamak yerine açık davranmak, bir hırsız gibi gecenin karanlığında sevmek yerine açık açık sevebilmek düşüncelerine yer vermiyorsun kafanda.
Kendini küçümsüyorsun küçük adam.
‘Ben kim oluyorum da kendi görüşüm olacakmış, kendi yaşamımı kendim saptayacak ve dünyanın benim olduğunu açıklayacakmışım?’ diyorsun.
Haklısın; sen kim oluyorsun da kendi yaşamın üzerinde hak sahibi olmak isteyeceksin?
Sana kim olduğunu söyleyeceğim…”
Bu ‘İnsanlık Manifestosu’nun tamamını, Dr. Wilhelm Reich’ın Dinle Küçük Adam kitabında okumalısınız (Çeviren: Şemsa Yeğin-Kavis Yayınları, Eylül 2012) 2. Baskı.