“Şarlatanlar eksik olmaz dünyadan bu mesleğin, ne hikmetse, hocası, bilgini boldur her zaman”
-La Fontanıe-
Ömrümüz süresince anlamını öğrenmeye uğraştığımız hayat hiç ara vermeden zengin motiflerle çoğaltıyor kendini. Gözümüzün iliştiği her kareden yaşama sevinci fışkırıyor. Görmek isteyerek bakıldığında her kımıltıdaki renk şaşkınlığa düşürüyor bakanı; dokununca yapraklarını büzüyor, sanki sakınıyor kendini bir çiçek, suları toprak bilip kök salıyor sarmaşık, yanılmaz bir mimar gibi peteğini hep altıgen örüyor balböceği. Aklı kendimize özge bilip yakıştıramadığımız bir çok hayvanın davranışları karşısında ağzımız açık kalıyor. Hayvan kendine ait bilgiyi sonuna dek kullanıyor da aklını sınırlamaya uğraşan, donmuş düşünceden medet uman insan, doğal akışın tekerine çomak sokmaya uğraşıyor.
Yaklaşık yetmiş beş yıldır yaşananı yorumlayan akıldan nefret ediliyor. Dış ve iç sömürünün neden olduğu kültürel yozlaşmayı yazılı ya da sözlü olarak izleyenler, uyarıcı olmayı tarihsel bir görev bilenler zamanın her kıvrımında olduğu gibi günümüzde de ‘suç’ işlemiş sayılıyorlar kimilerince. Bir avuç aydın küsüp köşesine çekiliyor. Anlaşma aracı olan dil, sakınılarak konuşuluyor. Öğrenim, hak arama, düşünme özgürlüğü dayatmalarla sindirilirken, köşe dönücülerin, gemisini kurtaran kaptanların eylemleri birer özgürlükmüş gibi gösteriliyor. Kitle iletişim araçlarında izlenen aptalca davranışları her gün, her an gören kalabalık, normalin bu olduğunu sanıyor. Aklını kullanma yetisi elinden alındığı için aldanıp aldanmadığının ayırdına varamıyor. Bir kısım, günü nasıl kurtaracağını düşünürken, düşünsel devingenliği hiç bilmeyen diğer bir kısım da yüzünü, sömürünün bir başka türü ve en tehlikelisi olan tarikatlara dönüyor. Yeryüzü gibi, insan da parselleniyor kimilerince.
İçinde yaşadığı, parçası olduğu coğrafyanın görüntüleri, insanı seven şairin kalbindeki ‘süveyda’ya hüzün bulaştırıyor. Onun, doğa vergisi olan genetik kimliği, düşünceyi dönüştürme-çoğaltma yetisi böyle olmasını gerekli kılıyor. İnsanı anlatan dizelerin yüzyıllardır söylenegelmesi de doğruluyor bu savı. Biçimin içine eğreti bir öz oturtmak, insanın şaşkınlığını arttırıyor sadece. Avrupa edebiyatı, şiiri deyip geçiyoruz ya, adamlar eski Yunan’ın, Latin’in, Roma’nın bir takım kural ve geleneğini sahiplenirken daha sonra kendi özlerinin ayrımına varmışlar ve her biri birer okul olan o ‘izm’leri hayata geçirmişler. Geniş halk yığınlarının duygu ve düşüncelerini sahiplenip değişik biçimlerde duyurmayı ilke edinmişler. Bu gerçeğin oluşumuna taban hazırlayanlar da yine edebiyatçılar ve felsefeciler olmuştur. Örneğin Fransa’da halk, çürümüşlükleri görüp köklü değişime-devrime gitmeseydi, kral gönül rızasıyla tahtını bırakır mıydı? Kraldan daha fazla yetkili olan ruhban sınıfı tasını tarağını toplayıp kilisesine çekilir miydi? Sanatta yenilik, dinde düzenleme yapılabilir miydi? Bu bağlamda, çürümüşlükten tad alanların yani ‘Fırıldak Kubiler’in nesillerinin tükenebilmesi için edebiyatçılara da görev düştüğünü anlamamız gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz konumda, müşterek anlayışlar, eski Divan Şiiri’mizin şairlerinin yapıp etmelerini çağrıtırıyor; aynı özü ve aynı biçimi inşa edenlerin içinde dönenip durduğu bir çembere benziyor hayat. Böyle olmaması için her kımıltının şiire girmesinin zorunluluk olduğunu söylemek gerek. Halkın anlamayacağı savıyla anlaşılmaz ürünler vermekte direnenlerin ince hesaplarını anlamak zor değil;
anlatmaksa hiç zor değil. Mayakovski’nin ve Lorca’nın insanları da bizim insanımız gibi bir beyne ve bir yüreğe sahiptiler. Kasaba meydanlarında dinledikleri şiirlerle yorumladılar yaşadıklarını, hem güzelin hem de hüznün ayırdına vardılar.
Bizim de şairlerimiz var ‘sus’ yasalarına aldırmayan. Doğasının itici gücü nasıl ki kayaları deldiriyor fidanlara, gün ışığıyla öpüştürüyor çiçeğini, söz konusu şairlerin söyledikleri de doğadan alıyor gücünü ve insandan. Bu yüzden olsa gerek şiiri hemen katılıyor büyük dönüşüme. Kimilerinin yazıp söylediklerinin çözümlenmeleri gibi yardımcı kitaplar basılmıyor, bulmaca çözmeye uğraşmıyor okur. Dolayısıyla edebiyattan da soğumuyor. İlki; aşkı, özlemi, ölümü-dirimi, korkuları, hastalıkları, umutları, inançları türkü tadında şiirine konu ediniyor. İkincisi; okuru ‘akbaba’ olarak niteliyor ve kendinden başkasını yok varsayıyor. Böylesine yaklaşım sergileyenlerin sayesinde ‘şiir tükendi’, ‘halk kitap okumuyor’ vb. söylemler gündem oluşturuyor ne yazık ki. Halk anlamadığını niye okusun? Halk kendine yabancı durana niye yakınlaşsın? Ama, ‘şiirimin kökü yurdumun topraklarındadır’ diyen ve söyledikleriyle o topraklar üzerinde kurulmuş olan bütün uygarlıkları kucaklayan şaire sahip çıkıyor kimilerince ‘hödük’ görülen bu halk. Onun yazıp söylediklerinde kendisini görüyor çünkü. Eleştirilirken bir kerelik ömrüne sahip çıkmasının gerekirliliğini de anlıyor çünkü.
“Koyun gibisin kardeşim/gocuklu celep kaldırınca sopasını/sürüye katılıverirsin/ve adeta mağrur koşarsın salhaneye/dünyanın en tuhaf mahlukusun yani/hani şu derya içinde olup/deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf/ve bu dünyada,bu zulüm senin sayende…kabahat senin/demeğe de dilim varmıyor ama/kabahatin çoğu senin,canım kardeşim”
Ağalar ya da egemen güç bir tanrıyı yetersiz görüyor yönetimi altındakiler için. Dizginlemek, kuşatmak ve sindirmek adına tarikat şeyhleri türetiyorlar. Teslim alınan insanın kula kulluğu başlıyor bu noktada; yakın zamana kadar dizeleri buram buram insan ve hayat kokan bir şair bakıyorsunuz saf değiştirmiş, durağanlığı savunuyor. Yetmiyormuş gibi edebiyat tarihimizin hayattan ve insandan yana olanlarını yerden yere vuruyor. Çekildiği izbelere kalabalığı da çekmek istiyor aklı sıra. Oysa halk, insan yakanlarla aynı pencereden bakmıyor hayata…
Şiir,tarihsel dokusu içinde incelendiğinde ait olduğu toplumun din, ahlâk, felsefe ve siyaset kavramlarına dair ipuçları verir. Bu yanıyla siyasi bir durum arz eder gibi görünürse de asla araç konumuna düşmez. Özü itibariyle yanılgılara açık şair onu zedelemediği sürece, o ölümün ve dirimin birlikteliğinden doğan sürekli bir canlılıktır.