Bir süredir Adalet Bakanlığı’nın kamuoyu gündemine taşıdığı bir husus var:
“Dava başladığında biteceği tarihi bildirme” şeklinde tanımlanabilecek bu uygulama ile Bakanlık, uzun süren yargılamalar nedeniyle gelen eleştirilerin önüne geçmeyi hedeflerken bu noktada hakimlere de performans sistemi getirerek sürelere uyulup uyulmadığını denetleyecek.
En son Adalet Bakanı yardımcısı da uygulamanın Ocak ayından itibaren başlayacağını ve dava açan vatandaşa, davasını açtığı an davasının ne zaman biteceğine dair belge verileceğini söyledi.
Uygulamanın hedefi güzel ve iyi niyetli olduğundan da şüphe yok. Yıllarca süren davalar herkesi çileden çıkarıyor ve adaletin tecellisi yara alıyor.
Ancak….
Bakanlığın hedefiyle uygulamanın ne ölçüde gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceğine dair ciddi kuşkularımız var.
Uygulamayı başlatırsınız, vatandaşa belge de verirsiniz dava şu zamana kadar bitecek diye de…
Bitmez ki.
Bitemez ki.
Bitmezse n’olacak?.. Vatandaş “kandırıldım” mı diyecek?..
Hadi küçücük bir ihtimal olsun; dava belgede yazan tarihte bitsin. Yerel mahkemedeki davanın bitmesiyle o dava bitmiş sayılmıyor, daha bunun üst kanun yolları dediğimiz istinafı var, yerine göre Yargıtay’ı var..
Yerel mahkemedeki süre sorununu hadi performans kaygısıyla bir an için çözdünüz varsayalım, öte taraf ne olacak?.. İstinaf ve Yargıtay’daki dosyaların bitişine zaman verebilecek misiniz?..
Kaldı ki tamam “geç gelen adalet adalet değildir” de…
Yargının bugünkü hali meydandayken bir de bunun üzerine “acele işe şeytan karışır” dersek ne olacak?
Yandı gülüm keten helva…
Bakınız sadece iki örnek verelim…
Kasım ayında Ayvalık Hukuk Mahkemelerinden birine bir dava açtık… Karmaşık olmayan basit bir dava..
Önceki gün mahkemeden ilk duruşma günü geldi; dava Mayıs 2019’da başlayacak.
Yani bugün açılan davaya Ayvalık mahkemesinden altı ay sonraya gün geliyor.
Diğer örnek… Yine klasik sayılabilecek basit bir alacak davası… Duruşması dündü.. Dosya bilirkişi incelemesi için gönderiliyor, mahkemenin bu nedenle davayı ertelediği bir sonraki duruşma günü Haziran… Yani yine altı ay sonrası…
Bu iki örnek bile “hedef” sürenin “olmayacak dua” olduğunu basit şekilde ortaya koyuyor.
Bir de yargının rutin hale gelen rötarlarını katalım… Yılsonu devirleri, adli tatil arası, kararname dönemleri, mahkeme hakimlerinin görev ve yetki alanlarının habire değişmesi, geç belirlenmesi gibi sebeplerle geçici hakimlerin duruşmalara çıkmasından kaynaklanan “olağan”(!) hale gelen(!) ertelemeler…
Yargıda hedef süre yerine davaların görülmesi aşamasında bu rutin rötarları azaltmaya çalışmak daha mantıklı ve makul bir hedef olmaz mı?..
Örneğin zaten her çalışan yıllık iznini kullanıyor da adli tatil gibi bir lüks neden halen Türkiye gündeminden çıkmıyor?..
Neden gerek bakanlık gerek Yargıtay; “adli tatil bize fazladır, bu yük ile adli tatil akıllara zarardır” demiyor?..
Ocak ayından itibaren davasının ne zaman biteceğini bilecekmiş vatandaş!..
Peki gerçekten önemli olan bu mu?..
Yoksa mahkemelerden geç de olsa “doğru”, “vicdani”, “tarafların taleplerini gideren sağlıklı” karar çıkması mıdır önemli olan?..
Uygulamanın dışından ve fiili durumu gözardı ederek bir şeyleri hayata geçirmek belki AB normları veya vatandaşa hitap açısından güzel gelebilir ve belki bu da bir nev’i siyaset gereğidir!
Lakin gerçeğe dönüşmesi imkansız bir uygulamanın başlayacağından söz ediyoruz.
Zil takıp oynamaya gerek yok. Çünkü hedef süre diye mahkemeler performans derdine düşüp bir de alelacele yargılamaya geçerlerse…
Yandık ki ne yandık.
Yargıda “hedef süre”den çok daha önemli olan “yargıda doğru karar” sorunu var önlerimizde duran.
Rötara rağmen yargının güven sorunu çözülememişken… Bir de bunun üzerine “acele karar” eklerseniz güven boyutunu ne yapacaksınız?..
“Hedef süre” dediğiniz uygulama, bir de tuz biber ekmek olmaz mı yargıya?