Geçen hafta öğretmenler gününü kutladık! (kutlanacak bir öğretmenler gün kalmış gibi).
Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’de İlkokullara, köy okullarına, ortaokul ve liselere öğretmen yetiştirmek, bu öğretmenleri yetiştirecek eğitimcileri yetiştirmek siyasal savrulmalarla giderek karmaşıklaşan bir labirent içinde kendine yol bulmaya çalıştı. 1952- 1970 arasında öğretmen yetiştirme iyi kötü bir sistem bütünlüğüne ulaştı. Ama biz bunun kıymetini bilip geliştiremedik. 12 Eylül’ün ardından öğretmen yetiştirme ile birlikte eğitim sistemi çöküş sürecine girdi.
Gelin, bu serüven Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte 12 Eylüle kadar nasıl bir macera yaşadı, bugün hangi noktadayız, kabaca bir göz atalım.
Cumhuriyet’in ilanından 12 Eylül’e kadar öğretmen yetiştirmeye yön veren programlar 1924-1927 ilk öğretmen okulları ve Köy Öğretmen Okulları programları, 1931-1937 ilk ve köy öğretmen okulları programları Köy Enstitüleri Programı (1943) ile 1953 Öğretmen Okulları ve Köy Enstitüleri Programıdır. 1937 Programında Askerlik Dersi yerini, 1952-1953 programında Din Dersine bırakacak, haftalık ders saati 35’e çıkacaktır.
Tek partili siyasal yaşamın dinamosu CHP, 2. Dünya savaşı koşullarında yaşanan mağduriyetlerin de etkisi ile 1945’lerden itibaren halk içindeki desteğini hızla yitirmeye başladı. 2. Dünya savaşı sonrası ortaya çıkan yeni koşullar, demokrasi arayışında yeni rüzgârların esmesine yol açıyor, tek partili siyasal yaşamı sürdürmek dış konjonktür açısından da giderek zorlaşıyordu. Bu durum CHP içinde karışıklara, yeni yapılanmalara, kamplaşmalara yol açıyordu. CHP bir yol ayrımına doğru hızla ilerliyordu.
Bu süreç içinde Milli Eğitim’de, pragmatik ve pozitivist anlayışı buluşturan, dayanışmacı, kolektivist Hassan Ali Yücel- İsmail Hakkı Tonguç dönemi sona erdi. Reşat Şemsettin Sirer ve ardından gelen Tevfik İleri dönemlerinde eğitimde köyü ekonomik ve sosyal yönden kalkındıracak lider yetiştirme politikası terk edilecekti.
1946 seçimlerinden sonra yeni Milli Eğitim Bakanı R. Şemsettin Sirer eliyle Köy Enstitülerini kapatma süreci başlatıldı. Köy Enstitülü öğretmenlerinin kurumları ile ilişkisi kesildi, Köy enstitülerinin programları değişti (1947-1948). 1950 Seçimleri ardından Sirer’in başlattığını, yeni Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tamamlayacaktı.
Diğer yandan Ş. Sirer, “eğitimde toplulaştırma” düşüncesi temelinde öğretmen okullarını eğitim enstitülerine dönüştürmeyi düşünüyordu. Bu yolda Necati Orta Öğretmen Okulu adıyla Balıkesir’de kurulan (1946), daha sonra “Enstitü” adını alan okulu bu uygulamada “pilot okul” olarak kullandı. Ancak IV. Şura ile birlikte bu uygulamaya son verildi. (1949).
1952 de yeni Öğretmen Okulları ve Köy Enstitüleri Program taslağı yayınlandı. Taslak Şubat 1953’de toplanan V. Milli Eğitim Şurasında olduğu gibi kabul edildi. Ardından Köy Enstitüleri ve Öğretmen Okulları “İlk öğretmen Okulları” adı altında birleştirildiler (24 Ocak 1954, 6234 sayılı kanun).
İlkokullara öğretmen yetiştirmenin yasal ve pedagojik alt yapısı; artık, 1953’den1970 yılına kadar yürürlükte kalacak olan bu program ile oluşacaktı.
Bu programın ortaya çıkmasına Türkiye’ye davet edilen 1953 yılının Ocak, Şubat ve Mart aylarında Türkiye’de Necati Eğitim Enstitüsü dâhil 63 okulu ziyaret eden, konferanslar veren, V. Şura çalışmalarına katılan Roben J. Maaske’nin hazırladığı Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme Hakkında Rapor ‘un (1955) katkısı önemliydi.
Maaske raporunda öğretmenliğin takdir gören bir meslek haline getirilmesini, öğretmen yetiştirme sürelerinin aşamalı olarak arttırılmasını, öğretmenin uygulama içinde yetişmesine önem verilmesini, öğretmen yetiştirme programlarının esnek olmasını, öğrencilerin ders dışı faaliyetlere katılmasına fırsat verilmesini öneriyordu. Öğretmen adayları öğretmen okullarındaki son iki yıllarını, gözlem ve uygulama içinde geçirmeliydiler. Köy Enstitüleri ile Öğretmen Okulları programları birleştirilmeliydi. (Maaske 1955: 5–27)
Yeni program bu önerileri dikkate aldı. Köy enstitüleri dahil bütün öğretmen okulları öğretmen adaylarını ortaöğretim üzeri üç yılda yetiştirmek üzere yeniden yapılandırıldılar. Kent köy ayrımı ortadan kalktı, “İlköğretmen Okulu” olarak tanımlandılar.
Yeni programla gelen önemli bir değişiklik de öğretmen okullarının son sınıflarına başarı ile gelmiş öğrenciler arasından, öğretmenler kurulunun seçeceği öğrencilere Yüksek Öğretmen Okullarında okuma fırsatı verilmesiydi. Okulun öğretmenler kurulu bu seçimi yaparken Fizik Kimya Biyoloji Matematik gibi derslerde öğrencilerin başarılarını göz önünde tutacaktı.
Seçilen öğrenci, Yüksek Öğretmen Okulunda 1. Sınıfı “Hazırlık” sınıfı olarak okuyacak, bu sınıfı başarı ile tamamlarsa üniversite sınavına girecek, bu sınavdaki başarı durumuna göre Fakültelerde branş eğitimini alacak; Yüksek öğretmende de öğretmenlik meslek derslerini alacak, okulun yurdunda da parasız yatılı olarak barınacaktı. Yüksek Öğretmen mezunları, atanacakları lise ya da öğretmen okulunda 6 yıl (yatılıklarının bir buçuk katı) mecburi hizmete tabi tutulacaklardı.
Öte yandan İlk Öğretmen Okullarını yatılı ya da gündüzlü bitiren ve atanan öğretmenler isterlerse Eğitim Enstitülerinde 2 yıl (1968’den sonra üç yıl) öğrenim görüp ardından Yüksek Öğretmen Okullarına yönelebileceklerdi.
1953 programı ile gelen bir başka yenilik de 1957’de Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü’nün kurulmasıdır. Bu kurul bünyesinde oluşturulan disiplin kurulu, öğretmen okullarında alınan disiplin kurulları kararlarının son onay mercii olacaktır.
Böylece, İlköğretmen Okulları, Eğitim Enstitüleri ve Yüksek öğretmen okulları ile Türkiye’de öğretmen yetiştirme ilk kez tek merkezden yönetiliyor, öğretmen yetiştirme bir sistem bütünlüğü göstermeye başlıyordu.
İçeriğine bakıldığında, programın öğrenci psikolojisine, sosyal psikolojiye dayalı pedagojik bir olgunluk içinde, bilimsel bir yaklaşım içinde olduğu görülür. Aynı zamanda, öğretmen okullarında sosyal- kültürel yaşama uygun demokratik bir okul yaşamı ön görülmüş, verilecek eğitimin öğrencinin hayatına dokunması hedeflenmiştir. Öğrenci güçlü, inançlı, kararlı çevresine lider olacak şekilde yetiştirilmek istenmektedir. Program öğretmeni bilimsel, pragmatik, sosyal yaşamı güçlendirmeye dönük, insanın yaşamına dokunan bir tutum içinde yetiştirmeyi amaçlar. Bu yönüyle programın Köy Enstitüleri deneyiminden yararlandığı söylenebilir.
Aynı zamanda bu özelliği ile program, M.K. Atatürk’ün eğitimde takip edilecek yol ile ilgili şu direktifine de uygundur:
“Eğitim ve öğretimde uygulanacak yol, bilgiyi insan için fazla bir süs, bir zorbalık aracı, ya da medeni bir zevkten çok maddi yaşamda başarılı olmayı sağlayacak pratik ve kullanılması mümkün bir araç haline getirmektir.”( M. K. Atatürk, 1 Mart 1923 Meclis Açılış Konuşması)
Oysa aynı program, diğer yandan “Milli Eğitim” politikası ile “Türk Kültürü” temelinde bütün farklılıkları yok sayan, kaynaşmış bütünleşmiş tek vücut halinde bir millet ortaya çıkarmayı kendine hedef belirlemiştir. Bu da Atatürk’ün “Milli Eğitim” politikasına uygundur:
Milli eğitim programından söz ederken eski devrin boş inançlarından ve doğal özelliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan Batı’dan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli karakterimiz ve tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum. Çünkü milli dehamızın tam olarak gelişmesi ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Lalettayin bir ecnebi kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür (haraseti fikriye) zeminle mütenasiptir. O zemin milletin seciyesidir. .”( M. K. Atatürk, 27 ekim 1927 Bursa Konuşması)
Pozitivist yaklaşım içinde ulaşılan bu eklektik eğitim politikası, kendi içinde çelişkilidir. Biraz dikkatli bakılırsa buradaki çelişkinin, bilimsel, gerçekçi, etkinlik merkezli, yer yer kolektivist eğitim yaklaşımı ile bireysel farklılıkları kolektif bilinç içinde eriterek siyasi birliği oluşturma arayışı arasında olduğu ve bu çelişkiyi uzlaştırmanın hiç de kolay olamayacağı görülecektir.
Cin şişeden çıkacak, Türkiye’de 1960 anayasası ile gelen görece demokratik ortamda, eğitim politikasındaki bu çelişkinin iki ayağı üzerinden gençlik giderek kamplaşacaktır.
Bu kamplaşma “Halkın kurtuluşu için” kendini feda etmeye hazır gençlikle “Türk Milleti için” ötekini harcamaya hazır gençlik arasında 1965’lerden sonra giderek sertleşmiş, 1970’lerden sonra siyasi çatışmaya dönüşmüştür.
Çatışma sonunda fatura, yazık ki Türkiye gençliğine ve öğretmen yetiştirme sistemine çıkmıştır. Oysa 1952 öğretmen yetiştirme programı üzerinde yükselen “öğretmen yetiştirme sistemi” Türkiye’ye özgüdür ve son derece kullanışlıdır. R.J. Maaske’nin önerileri doğrultusunda bu sistem iyileştirilebilir öğretmen yetiştirme süreleri aşamalı olarak arttırılabilir, fakat ilköğretime, orta okullara, liselere öğretmen yetiştirme farklılığı sistem bütünlüğü içinde (bir birine eklemlenmiş biçimde) korunabilirdi.
Sonuçta ortada ne İlköğretmen okulu kaldı, ne Eğitim Enstitüsü, ne de Yüksek Öğretmen Okulu. Öğrenci olayları, terör gerekçe gösterilerek önce 1974’de öğretmen okulları yatılı olmaktan çıkarıldılar. 1974’de İlköğretmen Okulları, 1978’de Yüksek Öğretmen Okulları kapatıldılar. Eğitim Enstitüleri 1979’da dörder yıllık Öğretmen Yüksek Okullarına, sonra Eğitim Fakültelerine dönüştürüldüler.
Bugün okul öncesi, sınıf öğretmeni, ortaokul öğretmeni, lise öğretmeni aynı programla yetişiyor. Bunun dünyada bir örneği yoktur.
Bilimsel, dayanışmacı, etkinlik merkezli tutum; ancak, mevcut toplumsal yapıyı bütün farklılıkları ile olduğu gibi kabul eden, demokratik ilişkiler, uzlaşma, karşılıklı hoşgörü, farklılıklara saygı, hukukun üstünlüğü ve laiklik üzerinden sürdürülebilir; bu politika siyasi birlik arayışı ile daha kolay, daha sancısız, daha sağlıklı eklemlenebilirdi. Farklılıkları yok sayarak değil, farklılıklar içinden uzlaşma yolu ile, ortak paydalar üzerinden bir yol bulunabilirdi.
Böylece değişimi istikrar içinde sürdürebilir, istikrarı değişim içinde güvence altına alabilirdik.
Biz de bugün, başka bir tarih yazıyor olurduk. Yazık ki bunu beceremedik.
İnsan 12 Eylüle giden süreçte yaşananlara bakınca, sanki görünmez bazı ellerce yaratılan bir senaryonun başarılı bir biçimde uygulandığı gibi bir izlenime kapılıyor. Kimimiz bu senaryo içinde bilinçli ya da bilinçsiz rol aldık, kimimiz ise sadece seyrettik.
Bugün öğretmen yetiştirmede geldiğimiz nokta ne? Diyanet İşleri Başkanlığı öğretmen ataması yapmaya hazırlanıyor, Öğretmen atamak için adayları mülakata çağırıyor.
İşte sözün bittiği nokta burası, Buyurun cenaze namazına!
Kaynak: Öğretmen Okulları ve Köy Enstitüleri Programı (Taslak) (Milli Eğitim Yayınevi, 1952)