Öldüğünde ülke insanım sosyal medya da bir adım önde olabilmek adına öyle yoğun paylaşım yaptı ki bir anda o bir iki gün her anımız Neşet Ertaş oldu. Sosyal medyanın zaman zaman böyle güzelliklere vesile olması toplumda kaybolan ya da yaşamın hızından dolayı unutulduğu düşünülen değerlerimizi böyle anlarda hiç olmazsa bir bütünlük içinde coşkuyla ile saygı ile anıyoruz, anmamıza vesile oluyor. Keşke yaşarken o coşkuyu gösterebilsek ve saygıyı gösterebilsek…
Neşet ustanın cenaze namazını Kırşehir Ahi Evran Camii’nde kıldıran Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Kamil Yılmaz bakın ne demiş: “Onun hali hayatında ve kemal-i sıhhatinde Müslüman bir insan olduğuna şahitlik eder misiniz?”
İnsanın cenaze başındayken bu kadar sevgisiz, kaba ve saygısız olması nasıl oluyor, bilemiyorum… Kendilerini ne sanıyorlar, bilmiyorum. Böyle sorularla bu yüce dinin önünü nasıl kestiklerinin ve yozlaştırdıklarının farkında dahi olmuyorlar…
….
Gazeteci halk ozanımıza soruyor; “Efendim kaç türkünüz var?”
Gönül delisi abdal yanıt veriyor; “Efendim, ben türküyü plağa, kasete okur, sonra da unuturum. Gittiğim yerlerde benden hangi türkümü isterlerse onu söylerim. Her söylediğimde yeniden öğrenirim. Halkımız hangi türkülerimi seviyorsa o kadar türküm var.”
…
Neşet Ertaş ustaya sormuşlar: Saz çalmaya başlayan gençlere neler önerirsiniz?
Cevap: ” Efendim yüreklerine aşk ateşini koysunlar, o ateş onlara ne yapacaklarını gösterir. Yoksa bu sazı tıngırtadır, dururlar.”
Yani insanlar ikiye ayrılır. Yüreğinde aşk ateşini taşıyanlar, yüreğinde karanlık taşıyanlar….
….
Sayın İskender PALA’ya gelince, Neşet ustayı daha yedisi çıkmadan türkülerini erotik türküler deyip yasaklanmasını istemesine ne demeli bilmiyorum. Kadınlar, çocuklarımız öldürülürken, taciz ve tecavüz edilirken sesi soluğu çıkmayanlar, sözüm ona Neşet ustanın ölümünün tazeliğinde türküleri yargılayacaklarını düşünüyorlar.
“Türkülerdeki erotizmin kadını aşağılamasından rahatsızım. Kadınları, alınır-satılır bir meta olarak gören türkülerimiz var. Düğmelerin dar geldiğini falan anlatan türküler var. Bir taksiye binseniz, taksi şoförü bu şarkıyı açsa rahatsız olmaz mısınız? Ben toplumda bazı şeylerin normalleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Neşet Ertaş’ın türkülerinde de erotizm vardır. Bir tenhada can cananı bulunca… ” diye başladığınızda istediğiniz sahneyi üretebilirsiniz. Erotizmin nezih ve zerafete bindirilmiş kısmı başımla beraber, ondan heyecan duyarım, lezzet alırım. Ama kadınları aşağılayan türküleri artık radyolarımızdan çalıp söylemeyelim.” İskender PALA
Ne demeli bilmiyorum. Türkülerden bu kadar korkmak, masumiyet içinde kendi azgın ve sapık düşünce eylemlerini saklayarak halkın kendi doğallığı içinde sevgiyi ve kucaklaşmayı ve aydınlanmayı ve sevdaya araladığı bu içtenliğinde ki söz duygu pınarlarından korkmak ve bunları hep çükün olduğu yana çekmek nasıl bir zavallılıktır bilmiyorum.
Sabahat Akkiraz’ın verdiği yanıtı okuyalım mı…
“Sayın Pala türküler hayatı anlatır. Bugün bu kadar tecavüz, taciz, istismar, şiddet türkülerin suçu mu? Rahatsız olduğunuz duygular insana ait; sevdiğine kavuşmayı Neşet babanın algılaması ile sizin algılamanız farklıdır. Bu da normaldir çünkü dünyaya bakışlarınız farklı; türkünün sözünden tahrik olmak, kadını ya da erkeği cinsel meta olarak algılamak bir zihniyet sorunudur; Davut Suları diyor ki; sür memelerin mezarım üstüne; siz bunu ağlayan bir kadının mezar üzerine sinesini kapatmak olarak algılayamıyorsanız sorun var. Bu zihniyet bizi; sokakta kadınlar pantolon giymesine, hatta kolları açık gezmesine, çalışmasına hatta ortalık yerde kadın bulunmasına götürür ki bu zihniyeti biliyoruz.
Mücadele edilmesi gereken türküler değil, zihniyettir. Toplumda kadını yüceltmek, sosyal hayatın bir parçası yapmak, şiddet ve tecavüz sarmalından kurtarmak ile ancak gerçek bir kadın statüsü yaratabiliriz.
Yoksa 14 yaşındaki kız çocuğunun uğradığı tecavüzü ört bas ederek, tecavüzcüleri beraat ettirerek değil. Türkülerin üzerinden sözde kadının cinsel metaymış gibi sunulmasından değil. Gerçekten kadını erkek ile aynı görmekten; cinselliğin ötesinde onun bir can olarak algılanmasını sağlayarak kadını özgürleştirebiliriz.
Türküler naiftir;
‘O yarin kaşları kara değil mi? Sinemde açtığı yara değil mi?
O dost bu derdime çare değil mi? İstemem çareyi yar gelmeyince.'(Neşet Ertaş)
Türkülere dokunmayın onlar halktır..
Türkülere dokunmayın onlar Anadolu’dur…
Türkülere dokunmayın Selçuklu ve Osmanlı yıkılırken ve yine Osmanlı’nın saray kültürüne karşın, Türk dilini ve kültürünü ve zenginliğini bugünlere ve yarınlara taşıyacak olan ana kültürümüzdür…
…..
“Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk. Varlığı görmedik ki yoksulluktan şikayet edelim.”
“Aşk biterse yorulur insan, ben ne zaman ölürsem Neşet yoruldu desinler.”
“Nerde bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur!”
“Kendi kendisinden utanmayan, yeryüzünde hiç kimseden utanmaz.”
“İnsan değer verdiği şeylere gözüyle bakar, yüreğiyle taşır.”
“Elini kalbine götürdü, burası var ya dedi taşa, toprağa gerek kalmadan insanın gömüldüğü tek yer…”
“Benim koklamaya kıyamadığım elin bağında çürüyo, gördün mü?”
“Sen sev, o seni sevmezse sevmesin. Sevgi sevenin, yüreğinde uyanır.” Bozkırın Tezenesi Neşet ERTAŞ’ın insanın ve yaşamın anlamına öykü ve roman zenginliğinde ve şiir lezzetinde damgasını vuran sözlerinden bir kaç tanesi…
….
“Abdal müziğinin son temsilcisi olarak anılan Neşet Ertaş, yaşamı boyunca çıkardığı 400 plak, kaset ve kayıtlarla bozlak türkülerini koruma altına almıştır. Müzisyen bir babanın oğlu olan Neşet Ertaş, UNESCO tarafından yaşayan insan hazinesi olarak kabul edilmiştir.”
….
Sadece sanatı değil alçak gönüllülüğüyle de tanınan Neşet Ertaş, kendisine takdim edilen ‘Devlet Sanatçılığı’ unvanını “Hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık gibi geliyor” diyerek teklifi kabul etmez ve halkın sanatçısı olarak kalmasının kendisi için en büyük mutluluk olacağını ifade eder.
…..
Neşet Ertaş türkülerinden eksik etmediği “ GARİP “ mahlasını şöyle açıklar;
“”Soyadı yokken bize Garipler derlermiş. Gerçekten de biz garip, yani ezilmiş, hor görülmüş, Abdal diye nitelendirilmiş, aşağılanmışızdır. O gariplik bende kaldığı için garibim diyorum”
Türkülerinin ana konusu Allah aşkı, insan hakkı ve sevgisi, ana ve babaya duyulan özlem, ilim ve cehalet, memleket hasreti olan Neşet Ertaş, bu durumu şöyle tanımlar;
“Âşık Veysel’in de dediği gibi benim sadık yârim gara topraktır. Gözünen görülen, elinen tutulan, yediğimiz içtiğimiz, canımız topraktır. Bu toprağın en güzeli insandır, insanların en güzeli de anamız ve yârimizdir. İnsanı seven insan; Hakkı sever, bizde o Hakkın aşığıyız. Şüphesiz ki ölmez, yitmez, yemez, içmez, solmaz bir tek Allah’tır. Allah hepimizi eşit yaratmış. Haksızlık, cana gıyma, düşük görme olmasın. Allah’tan geldik Allah’a gideceğiz. Cehalete hatırlatabildimse mutluyum””
…
Aşık Muhsuni Şerif anlatıyor: Sanıyorum 65 yıllarındaydı bizi Neşet’le Eskişehir’e konsere davet ettiler. Gittik biz otelde kaldık adam biz konseri verdikten sonra bizi otelde bırakıp kaçtı. Hiçbir kuruşumuz yok ikimizinde… Adam benim paramı vermedi fakat Neşet’in parasını vermiş. Ama Neşet o kadar ulu gönüllü Türkmen çocuğudur ki onu hâlâ unutamadım. Gardaş dedi yav ne demek vermedi aha verdi ya bana 300 kağıt… Yarısını bana verdi, yarısını da kendi aldı hatta diğer kalan yarısını da bizimle gelen diğer sazcılara verdi. Kendisine 25 kuruş kaldığını sanmıyorum.
….
Yaşamından kesitler:
“Babam Muharrem Ertaş, düğünlerde, köylerde çalardı. Babam çok sevgisini belli eden bir insan değildi. Dokunmadan severdi bizi. Babam beni öpmedi ama bir defa kokladığını hatırlıyorum. Öbür kardaşlarımı bilmem ama ben kendim için diyorum. Benim küçüklüğümde gaz lambası yoktu. Karanlıkta oturulurdu. Hayvanların yem torbalarında yiyemediği saman irileri toplanır. Arada bir onlar ocağa serpilirdi. Öyle parlayan alevin ışığıyla insanlar arada bir birbirinin yüzünü görürdü. Bir ocağımız olurdu Ağzında bir şeyler yakılırdı. Yemek de ısınma da o ocakla olurdu. Titreye titreye geçirirdik kışı. Gazyağı çok sonra geldi bizim oraya. Ekmekten başka bir yiyeceğimiz yoktu, onu da bulursak. Yok öyle yağlı muğlu yemek! Karşı köyde belki bir öküz möküz ölürse onu bizim köye getirirler köylüler paylaşırdı. O zaman ancak bir et yerdik. Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk, varlığı görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim. Biz şöyleyi böyleyi görmedik ki daha iyisi için hayal kurabilelim. Evimizin köyümüzün dışından başka bir yer görmezdik ki.
‘Neşet’
Babam bir köye düğüne gitmiş. Orada oynayan çocuklardan biri hoşuna gitmiş. Kara kaş kara göz neyse sevmiş çocuğu adını sormuş o da “Adım Neşet” demiş. O sırada ben de anamın rahmindeymişim. “Oğlum olsa adını Neşet koyacağım” demiş. Dönmüş, ben dünyaya gelmişim. Adımı öyle koymuş.
….
Ayakta İstanbul ’a geldim ben işte. Geldik işte Sirkeci’ye getirdi. Gemiyle otobüs sirkeciye geçti. Benim üzerimde temiz bir elbise vardı. Sazım da var. Orada münasip olan bir otele girdim. Oraya vardım, elimde saz, elbisemde düzgün olunca yazdılar ismimi ondan sonra sazımı odaya koydum. Çıktım iş aramaya. Böyle caddeler üzerinde nereler varsa akşama kadar yatmadan uyumadan iş aradım ama bulamadım.
(…)
İyice acıkınca ikinci gün mü üçüncü gün mü karnımın tokluğuna iş istedim ben gittiğim yerlerde. Karnımın tokluğuna çalışayım diye. Sırf karın tokluğuna iş aradım yine bulamadım. Beşinci gün mü altıncı gün mü bilmem yine gelirken baktım Doğu İşhanı’nda Şençalar Plak diye yazıyor. Tabelasını görünce sazı aldım gittim, girdim. Onlar Behiye Aksoy’un ilk plağını okutmuşlar. Ben orada ayakta durdum. “Ne için geldiniz” dedi İsmail Şençalar. “Saz çalarım” dedim. “İyi otur işimiz bitsin dinleyeyim” dedi. “Çal” dedi sonra. Ben de orada babamdan bir bozlak çaldım. Sonra İsmail Şençalar bir kâğıt getirdi bana. Bize plak okuyacağın için şuraya imzala dediler.
…
Mahpushanelere Güneş Doğmuyor’u hapishanenin iyi olmadığını anlatmak için yazdım. Ben hapishanede yattım. İnsanlar sabretsin, hapse düşmesin anlamında ifadelerdi onlar “Eşim dostum hiç yanıma geliyor” derken misal orası çok kötü anlamında. Herkes sabrına hakim olsun. Hapishaneye düşmesin hapishane iyi bir yer değil anlamında. Ben Yugoslavya’da yattım. Kazaydı. Efendim geçmiş gündür, bir trafik kazası sebebiyle 3 ay yattım. Hatta Türkiye ’deki gazeteler “ Neşet Ertaş esrarengiz bir şekilde Yugoslavya’da hapse düştü” dedi. Bunu yanlış anlayıp “ Neşet Ertaş esrardan hapse düştü” şeklinde yazan bile oldu.
….
‘Şöhret bence korkulu bir rüyadır’
Bana devlet sanatçılığı teklif edildi. Reisicumhurdan gün de alınmıştı. Şimdi almayan yok da beni de öyle sandılar. “Size devlet sanatçılığı verilecek” diye bir haber gönderdiler. Yani gelir misin, gelmez misin, alır mısın, almaz mısın diye bana böyle bir şey sorulmadı. Benim devlet sanatçılığı diyince aklıma şu geliyor: Hepimiz bu devletin vatandaşıyız. Ayrıca bir devlet sanatçılığı olması bence bir ayrımcılık. Orada dedim ki gün de yakındı zaten “ben rahatsızım hastayım ben gelemiyorum, gelemeyeceğim.” dedim. Daha sonraki bir gazete röportajında sanıyorum Hürriyet’teydi, bunu açıkça şöyle dile getirdim “Devlet demek bir aile demektir. Bir ailenin içinde birinin altında şu kadar değerde bir araba ötekinin ayağındaki ayakkabı yırtıksa ben bunu uygun görmüyorum” dedim. Şöhret bence korkulu bir rüyadır. Şöhret bence akıllı adam işi değildir. Akıllı adam şöhretlenmez, ben şöhretlenmek istemedim. Ben ekmeğinin peşinde olan bir sanatçıyım. Ama kader getirdi 66 yaşında. 60 yaşından sonra bizi şöhretin eşiğine bıraktı. O, kader de değil, şu televizyonlar var ya! Ben ne güzel tanınmamış bilinmemiş biriydim istediğim yerde rahat geziyordum şimdi sokağa çıkıyorum kendime bir gömlek almak istiyorum rahat gidip bir gömlek alamıyorum.”
Derleme bir yazıdır…
Rahmetle anıyorum…
Işıklar içinde uyusun…
Sevgi ve saygılarımla…