Milli mücadelenin tarihine baktığımızda gördüğümüz doktorların ve tıp fakültesi öğrencilerinin onurlu mücadeleleridir. O nedenle bu bayramın gerçek adı TIP BAYRAMIDIR.. Atatürk’ü Atatürk yapan, tıp doktorlarıdır… Kimse darılmasın ve gücenmesin, doktorlar çok önemli bir zeminin üzerinde büyük bir sorumluluk duygusuyla bu ülkenin gerçek sahipleridir çünkü hem savaşta hem de cumhuriyetin ilanından sonra sağlıklı bir toplum haline gelmemizde büyük emekleri vardır…
” İngilizler Aralık 1918’de Tıbbiye’yi işgal etmek istediler ancak, öğrenciler direndi; fakat 3 Şubat1919’da işgal edildi. İngilizler, eğitimi durdurmak istediler ama, Dekan Akil Muhtar(Özden)’in çabalarıyla, 4 Fransız hekimin eğitim kadrosuna alınması ve öğrenci sayısının 30 ile sınırlanması koşuluyla izin verdiler. Öğrenciler, üniforma giymeleri yasaklandığı için, başlarında fes, üstlerinde pijama ya da gecelik entarileriyle derslere giriyorlardı. Hatta karyolaları alınıp işgalci İngiliz-İskoç erlerine verildi.
14 Mart 1919’ da Tıbbiyeli öğrenciler, İstanbul’un işgalini protesto etmek amacıyla, başlarında hocaları Fevzi Paşa, Besim Ömer Paşa ve Akil Muhtar (Özden) olduğu halde bir toplantı düzenlediler. Bu toplantıya, İngiliz işgal ordusunun başhekiminin de katılmış olması, hekimler arasındaki dayanışmayı gösteren ilginç ve güzel bir örnektir. İşte, Kadıköy Süreyya Paşa Sineması’nda yapılan bu direniş toplantısı bir gelenek halini alarak, her 14 Mart’ta tekrar edilmeye başlandı ve ilerde anlatılacağı gibi 14 Mart Tıp Bayramı’nın temelini oluşturdu.”
Tıp doktorlarının neler yaptığını, neler başardığını , bir doktorun gücünü doktor Zekai Muammer Tunçman’ın hayat hikayesi üzerinden okuyup görmek ister misiniz…
Yıl 1920…
Anadolu’da Ulusal Kurtuluş Savaşı veriliyor…
Herkes düşmana göğsünü siper etmiş ama başka bir düşman sinsice ortalıkta dolaşıyor; bulaşıcı hastalık tehlikesi diz boyu… Ankara’dan İstanbul’daki genç bir doktora bir yazı ulaştırılır. Çok acil 100 bin kişilik çiçek aşısı ile kolera ve veba kültürleri istenmektedir….
İstemek kolay da aşı nerede?
İşgal kuvvetleri ve işbirlikçi hükümet İstanbul’dan Anadolu’ya kinin, aşı, serum, ilaç gönderilmesini yasaklamıştır… Mektubu alan genç doktor Zekai Muammer Tunçman, İstanbul Bakteriyolojihanesi’nde kolera ve veba kültürlerini hazırlar, laboratuvardan çıkarılması yasak olan çiçek aşısını da alır ve eşi Muazzez hanım’la birlikte gizlice İstanbul’dan Ankara’ya gelir. Kuvvayi Milliyecilerin emrine girer.
Dr. Tunçman, savaş boyunca Kastamonu’da çalışır, binlerce aşı ve serum hazırlar… Savaş kazanılır, Cumhuriyet ilan edilir ve devleti onu Paris’e Pasteur Enstitüsü’ne gönderir…
Paris dönüşü Diyarbakır’a tayin edilir. Yeni görevine koşarak gider ve dört yıl sıtmayla savaş projesi uygular…
1932’de İstanbul Kuduz Müessesi Müdürlüğüne atanır. İnanılmaz işler başarır. BCG aşısının Türkiye’de ilk kez uygulanmasına öncülük eder; ilk kez yarasadan kuduz virüsü izolasyonu gerçekleştirir; bilimi bilim adına yapar, halk için yapar.
1980 yılında 85 yaşındayken yaşama gözlerini kapayan Dr. Muammer Tunçman’ın (mikrobiyolojinin kurucusudur) yaşam öyküsü ile birlikte bilimsel makaleleri Firdevs Gümüşoğlu’nun titiz çalışmasıyla kitap oldu.
“Türkiye’nin Pasteur’u Dr. Z. Muammer Tunçman”
Cumhuriyet devleti kurulmuş, insanınız yoksul ve hasta, Anadolu yokluklar içinde kırılıyor. Sağlıklı hiçbir şey yok…
Böyle bir ortamda bir adım öne çıkan doktorlarımız ülkemizde sağlık alanında insanımızı sağlıklı kılmak adına her biri çok büyük ve kendi bulunduğu yerde çok önemli çalışmalar yapıyorlar.
Nüfusun neredeyse %75’i sıtmaya yakalanmış. 1925 yılında başlayan sıtma mücadelesinde muayene edilen hasta sayısı 50 bin civarında iken, 1931 yılına gelindiğinde bu rakam da 2 milyon civarına yükseliyor.
Tüberkülozla mücadele için 1924 yılında Heybeliada’da 30 yataklı bir sanatoryum açılıyor. Yatak sayısı daha sonra 125’e çıkıyor. Ankara, İstanbul ve Bursa’da birer Verem Savaş Dispanseri açılıyor. Halka bedava ilaç dağıtılıyor. Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi’nde 1931 yılında ağız yoluyla BCG aşısı üretimi gerçekleşmiştir. Yine aynı müessesede 1934 yılında, ülke ihtiyacının tamamını karşılayacak kadar çiçek aşısı üretimi gerçekleştirilmiştir.
1922 yılında toplam 100 olan hastane sayısı, 1932’de 175’e çıkmıştır. Bu hastanelerdeki yatak sayısı da 1922 yılında 7 bin civarında iken 1932’de 10 bini aşmıştır. Özellikle Ankara, Sivas, Diyarbakır ve Erzurum’da açılan numune hastaneleri, tüm branşlarda hizmet veren ve “örnek olan” hastaneler olarak planlanmıştır. Bu hastaneleri desteklemek amacıyla 150 ilçede de her biri beşer yataklı dispanserler açılmıştır. Ayrıca, özel idare ve belediyeler tarafından da 189 adet dispanser açılmıştır. Buralardaki yatak sayıları da 1922 yılında 185 iken, 1932’ye gelindiğinde bin 300’ü aşmıştır.
Sıtma kadar önem verilen bir diğer hastalık, o dönemde, körlüğün ve görme kaybının en önemli nedeni olan trahomdur. Trahomla mücadele fikri 1924 yılında oluşmuş ve yapılan ilk inceleme sonuçları, 1927’de Ankara’da toplanan 2. Milli Tıp Kongresi’nde sunulmuştur. 1925 yılında “körler memleketi” denilen Adıyaman’da açılan 20 yataklı bir hastane ve buna bağlı dispanserleri, özellikle bu hastalığın yaygın olduğu Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa, Maraş, Besni, Kilis ve Siverek gibi yerlerde açılan dispanserler izlemiştir. 1930 yılında Adana’da 40 yataklı trahom hastanesi açılmıştır. Ayrıca gezici trahom mücadele araçları ile de diğer illere ve kırsal bölgeye hizmet getirilmeye çalışılmıştır.
Bulaşmayı önlemek için trahomlu öğrencilerin ayrı okullarda toplanması düşünülmüş, okula başlayacak öğrencilerin muayeneleri sağlanarak trahomlu olanların bu okullara yönlendirilmesi sağlanmıştır. 1933-1934 yıllarında Adana’da 7, Gaziantep’te 6, Kilis’te 4, Besni’de 1, Adıyaman’da 1, Malatya’da 1, Maraş’ta 1, Urfa’da 3, Siverek’te 1 olmak üzere toplam 25 trahomlu okulu bulunmaktaydı. Bu okullara her gün bir sağlık memuru gönderilmiş ve hasta öğrencilerin tedavileri takip edilmiştir.
Bugünlere kolay gelinmedi.
Okumuş çocuklarını ve özellikle genç doktorlarını yaklaşık 15 yıl süren savaşlarda kaybeden Osmanlının bağrından çıkıp kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde kurulduğu ilk günden itibaren yetiştirilen doktorları ile sağlık alanında yaptığı mücadele de o yıllarda ikinci kurtuluş savaşıdır…
O nedenle Tıp Bayramı uluşca kutlanması gereken çok önemli bir gün olması yanında kutlanması gereken bir bayramdır. Tıp mesleği insan sevgisinin adeta ateşle imtihanıdır. Ancak bugünlerde sağlık çalışanlarının gerekçe ne olursa olsun lumpen zibidilere kırdırılması da hepimiz için büyük bir ayıp ve utançtır… Devletimiz doktora uzanan elleri kırmak zorundadır. Ve doktorlara gereken özeni ve önemi ve değeri göstermek zorundadır…
14 Mart Tıp Bayramını kutluyorum. Doktorlarımıza ve onların emeğine değer katan sağlık çalışanlarının hepsinin Tıp bayramlarını kutluyorum. İş kazası ile rahmetli olanlarına şehitlik verilmesini ve toplum içinde gereken değerin en üst derece de verilmesini ve yine her yıl bir maaş ikramiye ile ödüllendirilmesini devletimden istiyorum.
14 Mart Tıp Bayramı kutlu olsun…
1 Yorum
- Yorumların Sıralanışı
- Yeniden Eskiye
- Eskiden Yeniye
1920’lerden kalan bir tıp ajandasını eski yazıdan günümüz alfabesine çevirme uğraşında, makalenizle karşılaştım ve bilgilenerek okudum, teşekkür ederim. Türk tıbbının ve “tıbbiyeli ruhunun” ne anlama geldiğini kavradığımı düşünüyorum; bu bakımdan kendimi bir yurttaş olarak çok zenginleşmiş hissediyorum. Saygımın, minnettarlığımın ve teşekkürümün ifadesi mümkün değil. Fakat yazınızda bir husus içime sinmedi, “Atatürk’ü Atatürk yapan tıp doktorlarıdır” buyurmuşsunuz… İyi niyetinizden eminim ama bu kastı aşan bir ifade olmuş.. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve öncesindeki kurtuluş mücadelesinde doktorlarımızın tarihimize altın harflerle yazılmış rollerini elbette teslim ediyoruz… Ama Atatürk’ü Atatürk yapan, ne muhterem annesi ne babası , ne de bir meslek mensupları değil; O’nun kendi varoluşu içinde taşıdığı potansiyel ve irade kuvvetidir. Bunun dışındakiler olsa olsa, kıymetli destekler, tesadüfler, baht,uhrevi inanışların etkileri vb.dir. Tarih içinde bir önderin, devrimci bir liderin bütün başarısını bir mesleğin mensuplarına bağlamak – niyetiniz iyi de olsa- yanlış, yaralayıcı ve bilimsellikten uzak, son derece subjektif bir hüküm olmuş. Hem Atatürk, hem de hekimlerimiz için.. Saygılarımla…