1932-1933 Yıllarında Necati Öğretmen Okulu ve Balıkesir Lisesi Necati Öğretmen okulunun yeni binasında birlikte öğretim vermektedirler. 1935 yılına kadar bu böyle gidecektir. Okulun öğretim kadrosunda ülkemize Resim,Karikatür alanında önemli isimler kazandıran A. Sırrı Özbay, Tarih Coğrafya öğretmeni Ahmet Emirhan İdil, Tarihçi Kamil su gibi isimler vardır. 1932-1933 öğretim yılında Öğretmen Okulu Müdürü daha sonra Balıkesir Milletvekili olarak da görev yapacak Esat Altan’dır.
1937-38 Öğretim Yılı Öğrenci Yıllığından Öğretmen Okulu öğretmenleri.
KAMİL SU: 1909’da Manisa’da doğdu İstanbul Darülfünunum ve Yüksek Öğretmen okulunun Tarih bölümünden mezun oldu (1932). 1932-1933 yılında Balıkesir İlk öğretmen Okulu öğretmen kadrosuna Tarih öğretmeni olarak katıldı. 1932-1938 arasında Nacatibey İlk öğretmen okulunun yanı sıra Balıkesir Lisesinde de görev yaptı. 1938 yılında Ankara Gazi Lisesi Tarih öğretmenliğine atandı. 1942-43 yılından itibaren Bakanlık Müfettişi, 1943-44 yılında Ortaöğretim Genel Müdürlüğü Şube Müdürü, 1944-47 arasında Bakanlık Yayım Müdürü, 1950-73 yılları arasında Talim Terbiye Kurulu Üyeliği, Eski Eserler Müzeler Genel Müdürlüğü, Bakanlık Müfettişliği gibi görevlerde bulunduktan sonra 1973’de emekliye ayrıldı.
Eserleri: 17. 18.Yüzyılda Balıkesir Şehir Hayatı, Balıkesir Civarında Yörük ve Türkmenler, Balıkesir Madenleri, Manisa Muradiye Camii, Yıldırım Beyazıt, Yavuz Sultan Selim, Osman Hamdi Bey’e kadar Türk Müzesi, İlkokul, Orta Okul Tarih kitapları, Liseler İçin Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, İlk ve Ortaokullar için Resimli Tarih Atlası.(1)
MÜKERREM KAMİL SU: Kamil Su’nun eşidir (1906-1997). Uzun yıllar Balıkesir Lisesi’nde Edebiyat Öğretmenliği yapmış, pek çok popüler roman yazmış, Balıkesir Halkevinde etkin görev almıştır. Türkiye’de kendinden söz ettiren tanınmış bir edebiyatçımızdır.
ESAT ALTAN:1932-1933 Öğretim yılında Necati Öğretmen Okulu müdürü olarak görev yapmıştır, 1933 yılında okulumuzdan ayrılır. 1935-1946 yılları arasında Gazi Orta Muallim Mektebi ve Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürüdür. Gazi Eğitim Enstitüsünde en uzun dönem müdürlük yapan isim olan Esat Altan son derece disiplinli, otoriter bir yönetim anlayışı sergiler. Gazi’de “Tek Parti” döneminin olumsuz yönünü temsil eden isim olarak anılır. 1946 yılında 8. Dönem Balıkesir Milletvekili olarak mecliste görev alır.
AHMET EMİRHAN İDİL: Aslen Kazanlıdır. Kazan ve Petersburg’da okumuş, Berlin Üniversitesinden mezun olmuş Türkiye’ye gelmiş, Darülfünun’un Tarih Coğrafya fakültesinde okumuştur. Yedi dil bilen Emirhan Bey 1.Dünya Savaşı yıllarında önce Doğu Cephesinde sonra da Kurtuluş Savaşı yıllarında Kazım Paşa emrinde Rusça tercümanı olarak hizmet vermiştir. Necati Öğretmen Okulunda 1932-335 yıllarında tarih ve coğrafya öğretmeni olarak görev yapmıştır. Emekli olunca, Medine’ye yerleşir, burada yaşar. (Aydın Ayhan Anılarından)
SIRRI ÖZBAY (1898-1959): Bulgaristan Pazarcık doğumludur. Gençlik yıllarını Bulgaristan-Romanya sınırındaki Dobruca bölgesinin Köstence ve Pazarcık ilçelerinde yaşadı. Cumhuriyetin kurulmasıyla Türkiye’ye geldi. Eğitimine İstanbul Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi nde (Güzel Sanatlar Akademisi, bugünkü adıyla Mimar Sinan Üniversitesi) okudu. Mezuniyetinden sonra 1926 yılında resim öğretmeni olarak Balıkesir Lisesi’nde görevlendirildi. Hayatının sonuna kadar Balıkesir’de yaşadı. Balıkesir’de Gazi Orta Mektebi, Balıkesir Kız Orta Mektebi, Necatibey Muallim Mektebi, Balıkesir Lisesi, Balıkesir Ticaret Lisesinde resim öğretmeni olarak çalıştı.
33 yıl görev yaptığı okullarda, kaabiliyetli öğrencilerini resim sanatına yönlendirdi. Çok sayıda ressamın resme başlamasına ön ayak oldu. Sırrı Özbay gazeteci Ekrem Balıbek’in hocasıdır. Mustafa Aslıer’i, Mete Başguğ’u, Karikatürist Ali Ulvi Ersoy’u, Nevzat Akova’yı, Devrim Erbil’i (1937- ) Türkiye resim sanatına kazandıran isimdir Sırrı Özbay.
2 Temmuz 1959 günü Balıkesir Lisesi yokuşunu çıkarken kalp krizi geçirdi. 3 Temmuzda vefat etti. Başçeşme Mezarlığında toprağa verildi. Ölümü şehirde derin üzüntüye sebep oldu. İsmi Balıkesir’de bir caddeye verildi.
Sırrı Özbay, resimde Fütürist akımın Türkiye’deki öncülerindendir. İstanbul, Eskişehir, Ankara ve Balıkesir’de 13 resim sergisi açmıştır. Eserleri halen çeşitli koleksiyonlarda ve müzelerde yer almaya devam eder. Yeni Adam dergisinde (1934-1983) dizi olarak yayınlanmış Said Çelebi adlı bir de oyunu vardır. (2)
ATATÜRK’ÜN NECATİBEY ÖĞRETMEN OKULUNU ZİYARETİ
Atatürk 1933 yılının Ocak Ayının 15’inde yurt gezisine çıkar. Önce Eskişehir’e, oradan Bursa’ya geçer. Sonra Gemlik’ten Gül Cemal Vapuru ile 20 Ocak 1933’akşamı Bandırma’ya geçer. Bandırmadan özel trenle Balıkesir’e 21 Ocak 1933 Cumartesi saat 12.00’de gelir. Büyük tezahüratla karşılanır. Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir’e 5. Ziyaretidir bu.
Vali Konağında biraz dinlenir, ardından Vilayeti, Kolordu Kumandanlığı’nı, Cumhuriyet Halk Fırkasını, Belediye’yi daha sonra da Necatibey Öğretmen Okulunu ziyaret eder. Saat 17.30’da öğrencilerin alkışları ve sevgi gösterileri arasında okuldan ayrılır.
Balıkesir Lisesi ve Muallim Mektebi’ni çatısı altında birleştiren yeni okulun bütün salonlarını, yatak ve yemekhaneleri gezer, sonra lisede askerlik, Matematik, Kimya ve Tarih derslerine girer. Necati Öğretmen okulunda ise Kamil Su’nun dersine girecek, ardından müdür odasına çağırtıp Kamil Su ile sohbet edecektir.
Kamil Su, bu tarihi olayı şöyle anlatır:
“…Cumartesi günü öğleden sonra son saatte onuncu sınıfa dersim vardı. Ders zili çalınca öğretmen odasından çıktım. Onuncu sınıf ikinci katta idi. İkinci kata Müdür odası kapısı karşısında bulunan bir merdivenden çıkılırdı. Sınıfa girmek üzere merdivene yöneldim. Henüz üst basamağa gelmiştim ki, bir motosiklet sesi duyuldu. Bir iki saniye sonra motosikletin sesi durdu. Bekliyordum. Alt koridorda bir polis göründü. Müdür de odasından çıkmış kapının önünde duruyordu.
Polis, Müdür’e doğru ilerledi, selam verip:
“-Biraz sonra Gazi Hazretleri, gelecekler efendim.” dedi.
O günkü konumuz İslam Tarihi idi. Hz. Muhammed’in savaşlarını işliyordum. Bir ders önce Mekke’nin İslamlar tarafından alınmasını anlatmış, Huneyn Muharebesi’ne gelmiştim. Kaldığımız yerden derse devam edecektim. Bu kararla söze başladım.
“-Çocuklar, dedim; geçen derste Muhammed’in savaşlarını anlatmış, Huneyn Muharebesi’nde kalmıştık.”
Bu sözleri söyledikten sonra konuyu ele aldım. Ancak iki veya üç cümle söyleyebildim.
“-Çocuklar kusura bakmayın, çok heyecanlıyım, konuşamayacağım, Gazi Hazretleri gelinceye kadar bekleyelim, gelince, derse devam ederiz.” dedim.
Bekledik. Çok geçmeden otomobil ve motosiklet sesleri duyuldu. Çocuklardan bir kaçı:
“-Geldiler efendim.” dediler.
Az sonra alt katta gürültüler duyuldu, sonra sessizlik oldu. Beş dakika geçti geçmedi, yeniden gürültüler geldi kulağımıza. Bir daha sessizlik! Bu böyle sanırım iki üç kez oldu.
Sonradan öğrendik Gazi alt koridorda ilk girdiği sınıfta Askerlik dersi ile karşılaşmış. Burada pek az kalmış. Bu sırada öğrencilerden birine aklımda kaldığına göre:
“-Dolu bir tüfek ateşlendikten ve mermi tüfeğin ağzından çıktıktan sonra yer çekiminin ve havanın etkisinde kalmasa ne olur? “şeklinde bir soru sormuş.
Öğrenci soruyu cevaplandıramamış. Gazi, sorunun başka öğrenciler tarafından cevaplanıp cevaplanmayacağını araştırmadan sınıftan çıkmış.
Sonra Matematik dersine girmiş.
Matematik dersinden sonra Kimya dersine girmiş. Öğretmen deney yapıyormuş. Gazi, konuya karşı yakın ilgi göstermiş. Öğretmenlerden yapılan deney hakkında izahat almış.
Sonunda gürültüler, bulunduğum dershanenin koridorunda duyuldu. Geliyorlardı. Çocuklar ve ben gözlerimizi kapıya dikmiştik. Ayak sesleri yaklaşıyor, derken kapı vuruldu, vurulmasıyla ardına kadar açılması bir oldu. Gazi, içeri girdi. Kapıya doğru yöneldim. Onunla göz göze geldik. Gözleri çakmak çakmaktı. Ben, o zamana kadar öylesine etkili bir bakışla karşılaşmamıştım. Hemen gözlerimi yere indirdim ve bana doğru uzanan elini sıktım. Yanında Müdür Esat Bey vardı. Arkasında büyük bir kalabalık, maiyeti ve o saatte dersi olmayan öğrenciler, Müdür, beni tanıttı:
“- Tarih muallimi Kamil Bey.”
Sınıfta 12 öğrenci vardı. Ön sıralarda oturuyorlardı. Sınıf büyüktü ve arka taraflar boştu. Gazi ile birlikte gelenlerin bir bölümü sınıfın arka tarafında ayakta durdular, bir kısmı boş sıralara oturdular. Duvarda bir kara tahta ve asılı bir Asya haritası vardı. Öğretmen kürsüsü yoktu. Yan tarafa konmuş bir masa bu vazifeyi görüyordu. Gazi, masanın arkasında bulunan sandalyeye oturdu.
Müdür beni tanıttıktan sonra ben de hemen:
“-Efendim dersimiz Tarih, konumuz İslam Tarihinden Muhammed’in Harpleri. Geçen derste Hudeybiye Musalahasını ve Mekke’nin zaptını görmüştük. Bu derste de Huneyn Muharebesini anlatıyorum.”
Diyerek yapmakta olduğumuz, daha doğrusu yapılmasını kendilerinin teşrifine bıraktığımız dersin konusunu takdim etmiş oldum. Gazi:
“-Devam ediniz, Muallim Bey.” dedi.
Gazi oturur oturmaz derse başladım. Heyecanımı unutmuştum, dilim çözülmüştü. O anda ne olduğunu ve nasıl olduğunu bilemiyorum. Ama, bütün kaygılarım dağılmış, heyecanım geçmişti. Tıpkı imtihan kapısında büyük bir heyecan ile sırasını bekledikten sonra içeriye giren öğrencinin rahatlığını duyuyordum. İslam Tarihi çok sevdiğim bir bahisti. Derse de çok iyi hazırlanmıştım. Anlatmaya başladım. Hayatımın en güzel dersini o gün verdim, sanıyorum dilim sürçmüyor, dolaşmıyordu. Çok rahat konuşuyordum.
…Konuşurken bazen ellerimle mübalağalı hareketler yaparım. Yine bu tür aşırı bir hareket yapmış olacağım ki, Gazi’nin kapıda duran köpeği “hav” diye üzerime atılır gibi bir harekette bulundu. Köpeği tutuyorlardı. Ama, dikkatimi tamamıyla derse verdiğim için boş bulundum ve hafifçe Gazi’ye doğru sıçradım.
Gazi: “-Atın şunu dışarı” dedikten sonra bana:
“-Muallim bey kafi, biraz da geçmiş derslerden müzakere yapılsın.” şeklinde bir istekte bulundu. Ben kendilerine:
“-Soru sormak ister misiniz efendim ?” dedim.
“-Hayır, siz sorunuz.” karşılığını verdi.
Konuyu Türk tarihine intikal ettirmek için bunu fırsat bildim. Darülfünun (Üniversite) da Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar bahislerini oldukça geniş olarak işlemiştik. Bu konuda kendime güvenim vardı. Hem bu bakımdan, hem de Gazi’nin hoşlanacağını düşünerek Gök Türkler bahsinden soru sormayı uygun buldum.
Sınıfın Tarih dersinden en ileri Öğrencisi Osman’ı seçtim. Osman kalktı, harita başına geçti. Ona “Göktürk Devleti nasıl kuruldu?” şeklinde bir soru sordum.
Osman soruyu şöyle cevaplandırdı:
“Efendim, Altaylarda yaşayan Türkler, beşinci yüzyılda o bölgede büyük bir imparatorluk kurmuş olan Cücenlerin egemenliği altına girmişlerdi. Bunların başında Bumin adlı bir kahraman vardı. Bumin’in çok güzel bir kızı vardı. Cücen İmparatoru, Bumin’den kızını karılığa istedi. Bumin, İmparatorun bu isteğini kabul etmedi. Bumin’in red cevabı, imparatoru kızdırdı. Ona haddini bildirmek için harekete geçti. Üzerine ordular gönderdi. Ama Bumin etrafında toplanan Türk kuvvetleri ile Cücenlere karşı çıktı. Yapılan savaşta büyük zafer kazandı. Cücen İmparatorluğunu yıkarak Milattan sonra 552 tarihinde yeni bir Türk Devleti kurdu. Bu devlete Göktürk Devleti denildi.”
Osman sözünü bitirince Gazi:
“-Kafi Muallim Bey, Bir başkasını kaldırıp öteki bahislerden soru sorunuz.” emrini verdi.
Bu kez Haluk adında bir öğrencimi kaldırdım. O da çalışkandı ve Tarihten iyi not alıyordu. Ona da:
“-Haluk, dedim, bize Uygur Devletinin ne zaman ve nerede ve nasıl kurulduğunu anlatır mısın?”
Haluk, yüzünü haritaya döndü, biraz düşündü, sonra elini kaldırıp Macaristan üzerine koydu.
Geçmiş derslerde Macarları görmüştük. Haluk Uygurlarla Macarları karıştırmıştı. Ben, pek fazla telaş ettim. Bir an her şey berbat oldu diye düşündüm. Adeta yalvarırcasına:
“-Haluk ne yapıyorsun? Uygur Devletinden bahsediyorum. Bu devletin kurulduğu yeri göstereceksin!” diye seslendim.
Benim gösterdiğim telaş, Haluk’u büsbütün şaşırtmıştı. Tek kelime söylemiyor, başını yere eğmiş susuyordu.
Gazi, telaşımı ve çaresizliğimi anlamıştı:
“-Muallim Bey, kim biliyorsa o söylesin!”
Öğrencilere döndüm ve:
“- Soruya kim cevap vermek ister?” dedim.
Heyecan ve telaş herkese sirayet etmişti. Bakıyordum, bütün öğrenciler önlerinde duran kitaplardan Uygur bahsini açmışlardı. Ama biri de başını kaldırıp “ben söylerim” demiyor, hepsi susuyordu. Hakları da yok değildi. Benim o kadar paniğe kapılmamdan sonra onlarında bu duruma düşmeleri doğaldı. Ne yapacağımı şaşırdım. Bir an, şimdi ne olacak diye düşündüm. Bir şeye karar veremiyordum. Gazi, o eşsiz insan imdadıma yetişti:
“-Peki Muallim Bey, siz anlatınız!” dedi.
O an duyduğum ferahlığı anlatamam. Darülfünun (Üniversite) da Zeki Velidi Hocamız, Uygur bahsi üzerinde pek fazla durmuştu. Konuyu çok iyi biliyordum. Anlatmaya başladım. Kaç dakika konuştum bilemiyordum. Gazi, yerinden kalktı. Memnun görünüyordu. Teşekkür edip elimi sıktıktan sonra öğrencilere selam verip sınıftan çıktı.
Ders devam ederken kaç kez, bu zil niye çalmıyor, diye düşündüm. Çünkü okulun zilleri otomatik bir saate bağlı olarak çalıyordu. Ders ve teneffüs süreleri dolunca kendiliğinden çalardı. Derse gireli çoktan elli dakikayı geçmişti. Ama ziller bir türlü çalmamıştı. Sonradan öğrendik. Dersin iyi gittiğini ve Gazi’nin memnun kaldığını görünce Müdür zilleri kestirmiş. Ders saatinin bittiğini bildiren ziller bu yüzden çalmamıştı. Gazi okuldan ayrılıncaya kadar da ziller çalmadı.
Gazi sınıftan çıkarken Müdür bir saniye için yanıma geldi ve elimi sıktıktan sonra:
“-Tebrik ederim, ders iyi geçti.” dedi.
Sevincim sonsuzdu. Onuncu sınıf öğrencilerimle birlikte okulun bahçesine çıktım.
Okulun giriş kapısından çıkıldıktan sonra, toprak avluya varıncaya kadar geniş parke döşeli bir yol vardı. O yolun iki yanına öğrenciler sıralanmış, Gazi’nin çıkışını bekliyorlardı. Biz de kalabalığın arasına karıştık. Bu sırada bir ses duyuldu:
“-Tarih Muallimi Kamil Bey’i Müdür odasından istiyorlar!”
Gazi, sınıfımdan ayrıldıktan sonra okulun bazı bölümlerini gezmiş. Ayrılacağı sırada Müdür:
“-Biraz istirahat buyurmaz mısınız Efendim?”
Diye bir ricada bulunmuş. Gazi, Müdürün bu ricasını kabul etmiş ve maiyeti ile birlikte Müdür odasına geçmiş. Sonra da öğretmenleri ve bu arada beni emretmiş.
Müdür odasından çağrıldığımı duyunca yeniden büyük bir heyecana kapıldım, kalbim şiddetle çarpmaya başladı. Sıradan ayrıldım. Arkamdan bütün öğrencilerim de benimle birlikte okula girdiler.
Müdür odası oldukça büyüktü. Kapısı koridora açılıyordu. Gazinin karşısına iki sandalye konmuştu. Birinde Coğrafya Öğretmeni Ahmet Emirhan Bey oturmuştu. İçeri girince bana da ikinci sandalyeye oturmam işaret edildi.
Bana gösterilen sandalyeye oturduktan sonra Gazi, aşağı yukarı bana şunları söyledi.
“- Muallim Bey, derste bir öğrenciye Göktürk Devletinin kuruluşu ile ilgili bir soru sordunuz. Öğrenci bu soruyu cevaplandırırken Altaylarda yaşayan Türkleri egemenliği altına almış olan Cücen İmparatorunun, bunların başında bulunan Bumin adlı kahramanın kızını istediğinden, Buminin bu isteği ret ettiğinden, bunun üzerine İmparatorun, haddini bildirmek için Bumin Han üzerine kuvvet gönderdiğinden, ama bir şey yapamadığından, buna karşılık Bumin Han’ın İmparatora karşı büyük bir zafer kazanarak Cücen İmparatorluğunu yıktığından ve bu imparatorluğa ait toprakları da ele geçirip Göktürk Devletini kurduğundan bahsetti. Bu cevap yerinde değildir. Bir Milletin özgürlüğünü kazanmak için, savaşması, bir kız alışverişine bağlanmamalıdır. Türkler, bir kız yüzünden değil, fakat esirliğe dayanamadıkları, özgürlüklerine kavuşmak için, Cücenler’e karşı ayaklanmışlar ve sonunda büyük bir başarı kazanarak Göktürk Devletini kurmuşlardır. Bu, milli bir harekettir.
Gazi, önemli bir noktaya işaret etmişti. Derste öğrencilere Göktürk Devletinin kuruluş nedenleri, Gazi’nin işaret ettikleri şekilde açıklanmıştı. Kitap da öyle anlatılıyordu. Yalnız, derste öğrencilerin konuya ilgisini daha fazla çekmek için, bu kız isteme ile ilgili hikâyeden de söz edilmişti. Anlaşılan Osman’ın aklında da bu hikâye kalmıştı. Göktürk Devletinin kuruluşu ile ilgili soruya karşılık verirken, yalnızca bu hikâyeden söz etmesi, kitapta yazıldığı halde devletin kuruluşundaki asıl sebeplere değinmemesi bunu gösteriyordu. Ben, bu hususu dilimin döndüğü kadar, Gazi’ye anlatmaya çalıştım. Ama tatmin olup olmadıklarını bilmiyorum. Ancak, bu konuda başka bir şey söylemediler. Yalnız, konu, Türk tarihinde geçen başka bir lejantı anımsatmıştı. Bunu da bana sordukları bir sorudan anladım. Soru şu idi:
“-Muallim Bey, Türk tarihinde, destan kahramanı Oğuz Han’a tekabül eden bir hakan vardır. Bunun kim olduğunu söyler misiniz?”
Bunu biliyordum. Hemen cevapladım:
“-Mete’dir, Efendim.”
“-Tamam.” dediler ve anlatmaya başladılar
Anlattıklarından aklımda kalanlar, aşağı yukarı şunlardır:
Mete, babasının yerine Hun-Türk Devletinin başına geçince, komşu imparatorlardan biri elçiler göndererek ondan, çok sevdiği atını istemiştir. Kurultay toplanmış. Tüm Kurultay üyeleri, bunun bir onur kırıcı istek olduğunu söyleyerek ret edilmesini, gerekirse bunun için savaşılmasını önermişlerdir. Mete, Kurultay üyeleri gibi düşünmemiştir. At onun kişisel malı olduğu için, bu yüzden savaşa girilmesine ve kan dökülmesine razı olamayacağını söyleyerek atını imparatora göndermiştir.
Bir süre sonra İmparator yeniden Mete’ye elçiler gönderip bu kez de ondan karısını istemiştir. Bu, düpedüz savaş açmak için vesile aramaktı. Kurultay, toplanmış ve üyeler böylesine onur kırıcı bir isteği kabul etmektense savaşarak ölmeye yeğ tutacaklarını bildirmişlerdir. Ama, Mete, yine onlar gibi düşünmemiştir. İstek, ağır ve onur kırıcı olmakla beraber kişiseldi. Kendisini ilgilendirirdi. Bu nedenle imparatorun bu isteğini de yerine getirmiştir. Kurultay karşı çıktığı halde, savaşmayı, kan dökmeyi kabul etmeyerek karısını imparatora göndermiştir.
İmparator üçüncü kez elçiler gönderip Mete’den sınırda bulunan küçük bir toprak parçasını istemiştir. Bu istek üzerine, memleketin büyükleri, yeniden bir araya gelmişlerdir. İstenilen küçük önemsiz, kıraç bir toprak parçası idi. Devlete, Ulusa hiçbir yararı yoktu. Bu isteği geri çevirip savaşa sebep olmak anlamsızdı. Herkes, bu kıraç toprak parçasının verilmesinden yana idi. Ama, Mete, bu kez de Kurultay üyeleri gibi düşünmemiştir. “Toprak, kimsenin kişisel mülkü değildir. Milletin malıdır. Millet malını, hiç kimse, başkasına vermek hak ve yetkisine sahip değildir. İmparator, bu isteğinde direnecek olursa, bu yüzden onunla savaşılır.” demiştir.
Nitekim bu sebepten komşu imparatorla savaş yapılmış, sonunda Türkler büyük bir zafer kazanmışlardır.”
Gazi, bu lejantı öylesine tatlı ve çekici bir ifade ile anlatmışlardı ki, hepimiz kendilerini büyük bir hayranlıkla dinlemiştik.
Müdür odasında konuşurken Gazi değişmişti veya bana öyle geliyordu. Sınıfa girdikleri zaman gözlerine bakamamıştım. Çünkü o andaki bakışını tarif etmeme imkân yoktur. Müdür odasında oldukça rahatlamıştım. Artık yüzüne bakabiliyordum. Yalnız sorulacak herhangi bir soruyu cevaplandıramazsam kuşkusunu hala içimde taşıyordum. Gazi tatlı tatlı konuşuyordu. Gazi bana yeni bir soru yöneltti:
“-Muallim Bey, dedi. Bana İlirya kelimesinin manasını söyler misiniz?”
“-İl veya el, kavim veya bunun oturduğu yer anlamına gelir. Bizden olmayan kimselere yabancılara da el deriz. Eloğlu gibi… İlirya: İller ili, yani yabancı kavimlerin oturduğu yer anlamına gelir.” şeklinde karşılık verdim.
Bu karşılığı Gazi sanırım yeterli bulmuştu. Bu kez de İlirya sözcüğü üzerinde konuşma yaptı.
Bir ara saatini öğrenmek istediler. Sonra çok nazik bir biçimde vaktin geçtiğini söyleyerek kalktılar, herkesin elini sıktıktan ve Müdüre okulda iyi vakit geçirdiklerini söyledikten sonra dışarıda toplanan öğrencilerin coşkun alkışları ve sevgi gösterileri arasında okuldan ayrıldılar. (3)
KAYNAKLAR
- Necati Eğitim Enstitüsü Öğretmen Sicil Defteri, Necatibey Eğitim Fakültesi Arşivi; https://www.msxlabs.org/forum/sanat-tr/14229-sirri- ozbay.html https://www.msxlabs.org/forum/sanat-tr/14229-sirri-ozbay.html#ixzz5eUts Oiwc; Saim Açıkgöz arşivi, Öğretmenler.
- Ahmet Bekir Palazoğlu Başöğretmen Atatürk, M.E.B. 1928-1938 Cilt. 2
- Reşat Özalp ve Aydoğan Ataünal,Türk Milli Eğitiminde Düzenleme Teşkilatı(MEB Yayınları,Ankara: 1977)s. 819