Dün yokluklar içinde savaşılıyordu, bugün gelinen çözümsüzlük noktasında o yoklukların heyecanı aranıyor…
1930 yılında Sanayi kongresinde konuşan Dr. Nizamettin Ali şöyle diyordu:
“… Türkiye’nin son ziraat istatistiğine göre, zeytin, üzüm, incir ve fındık gibi ağaç mahsulleri hariç olarak hububat, sınai nebatat ve bakliyat istihsalinin kıymeti 337 000 000 liradır. Bu kıymeti 9 145 000 Türk köylü kitlesi yaratıyor. Şu halde beher köylü nüfus başına 36 liralık bir yaratma kuvveti düşüyor. Yani Türk köylüsü senede 36 liralık bir kıymet yaratıyor. Şu halde bir sual hatıra geliyor. Nasıl Türk köylüsü bu senelik yaratma kıymetini 50 liraya 100 liraya 200 liraya çıkaracaktır?”
Genç cumhuriyetin en önemli konusu buydu.
9 Eylül 1922’de İzmir’den Yunan askeri denize dökülürken, Milli Kurtuluş Savaşı’nın sadece askeri yönü bitiyordu. Lozan görüşmesi başladığı sırada İstanbul işgal altında ve İngilizler’in kontrolündeydi.
Cumhuriyet, Lozan’da kurduğu devletin tapusunu alırken kapitülasyonların kaldırılması karşılığında ekonomide çokta önemli bir tavizi vermek zorunda kalıyordu. Verilen ya da daha doğrusu verilmek zorunda kalınan bu tavizi dikkate almadan 1923-1929 arası dönemi tam anlamayız. Lozan Antlaşması’nın Türkiye ekonomisi açışından en önemli yönü Türkiye, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında imzalanan Ticaret Mukavelenamesidir. Bu mukavelenameye göre, Türkiye 1929 yılına kadar ithalatta spesifik nitelikli 1 Eylül 1916 tarihli gümrük tarifesini uygulamayı taahhüt ediyordu.
Osmanlı’dan alınan ekonomik mirasta enflasyon yüzde binde yirmiüçtü(%0.23). Bunun anlamı açıkça şuydu; 1929 yılına kadar gümrük duvarımız yoktu.
Yine Osmanlıdan teslim aldığınız mühendis sayınız 39.. Ve bunun kaç tanesi ziraat mühendisi bunu bilmiyoruz…
Yeni kurulan ülkenin koşulları bu durumdayken buraya dikkat edin; 17 Şubat 1925 yılında Aşar vergisi kaldırılır. 1924 yılında 153 milyon lira tutan toplam devlet gelirlerinden 27,5 milyon liralık bölümün Aşar’dan elde edildiği düşünüldüğünde kaldırılan Aşar vergisinin önemi de ortaya çıkar. Aşar Vergisi kaldırılırken zirai üretimin artmasını sağlamak maksadıyla da köylüye para, tohum ve alet yardımları yapılır.
Milli Kurtuluş Savaşı’nda canını ortaya koyan insanına köyüne döndüğünde toprak dağıtmak, onu kendi emeği ile geçinebilir kılmak Atatürk’ün hayali olsa da o günün şartlarında bunu yapacak gücü ne yazık ki yoktur.
Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Mazhar Müfit, o günleri şöyle anlatır: “…Mustafa Kemal, bir çok reformlar yapmak istiyor. Toprak reformu için burada ağalarla, özellikle de Kürt ağa ve aşiret reisleriyle yine Kürt mebuslarından Fevzi beylerle de konuştu, görüştü. Bu reform meselesi, çok önemli bir meseledir. Ağalara bu toprak reformunu anlatmak mümkün değildir. Bu toprak reformunu ele almak; bütün ağa ve aşiret reislerini ve eşraf takımını kaybetmek demektir. Şimdilik bizde bu toprak reformu defterini kapadık” demiştir.
1 Kasım 1929 Atatürk:
“… çiftçiye toprak verme işi de, hükümetin sürekli izlemesi gereken bir durumdur. Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar toprak sağlamak, ülkenin üretimini zenginleştirecek başlıca çareler arasındadır.”
1 Kasım 1936 Atatürk:
“Toprak Kanunu’nun bir sonuca varmasını, Kamutay’ın yüksek çalışmalarından beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması, kesinlikle gereklidir. Vatanın sağlam temeli ve imarı buna dayanır.”
1 Kasım 1937 Atatürk:
“Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır…” der…
İsmet İnönü çok büyük mücadeleler sonucunda 1945 yılında çiftçiyi topraklandırma kanunu çıkartır. Kanunun çıkması CHP için kırılma anı olur. Toprak ağası olan Adnan Menderes ve arkadaşları CHP’den istifa ederler ve partilerini kurarlar.
14 Mayıs 1950’de seçimle Demokrat Parti iktidara geldiğinde Nazım Hikmet isyan eder ve “akrep gibisin” kardeşim, der…
Kanunun yürürlükte olduğu 1945-1973 döneminde, 28 yıl içinde 432117 aileye 2.2 milyon hektar toprak dağıtılmıştır. Topraklandırılan ailelerin %25’i Orta-Güney, %17’si Marmara, %13’ü Orta-Kuzey, %11’i Güney-Doğu, %9,5’u Ege, %8’i Kuzey-Doğu, %8’i Akdeniz, %6’sı Orta-Doğu ve %2’si Karadeniz bölgesindendir.
Bu örneğe dikkat edin;
1973 tarihinde 1757 No’lu Toprak ve Tarım Reformu Kanunu çıkartıldı. TTRK’nun ilk uygulama alanı, Bakanlar Kurulu’nca, 1 Kasım 1973’de Urfa ili olarak ilan edilmiştir. Uygulama öncesi ilde son durum şöyledir; 644 köyden 51’i birer kişiye, 40’ı bir aileye, 32’si sülaleye ait bulunuyordu. 5000 dekardan büyük toprakların en yaygın olduğu il de Şanlıurfa’dır. Bu il sınırları dahilinde 117 bin hektar hazine toprağı vardı. Toprak sahibi olmak için 74 000 kişi başvurdu.(Gülten KAZGAN)
Osmanlı için Anadolu sadece asker üreten bir yerdi. Şehzadeler şehirleri hariç Anadolu’da Osmanlı’nın bir yatırımı yoktu. Anadolu, ortalama yükseltisi 1000 m olan ve yine akan derelerin çokluğu nedeniyle yağışlı mevsimlerde ulaşıma geçit vermeyen doğa koşulları nedeniyle Anadolu yoksulluk ve açlık içinde mücadele edilen yaşanılan bir yerdi.. Anadolu’da yol yoktu, köprü yoktu. İstanbul’dan Ankara’ya derelerde su yoksa ve hava şartları müsait ise ancak üç günde gidilebiliyordu. Oysa Mithat Paşa Bosna’ya vali olduğunda görev yaptığı dönem içinde 1500 km yol ve sayısız köprü, sanat yapısı ve kervansaraylar yapmıştı. Yine Selanik terk edilmeden önce Avrupa’nın en gelişmiş kentiydi…
Derelerin ıslahı cumhuriyet devletiyle başlamıştı. O dereler ki ıslah edilmeden önce oluşturduğu bataklıklar nedeniyle sıtmanın kaynağıydı. Halkın neredeyse tamamı sıtmalıydı. Sıtmayı yenebilmek için derelerin ıslahı mutlaka yapılmalıydı. Yine o yıllar da olan taşkınlarda çok büyük insan kayıpları veriyorduk. Cumhuriyetin o yaptığı çalışmaları ne acıdır ki anlatan çıkmadı. Yokluklar içinde öyle büyük ve önemli çalışmalar yaptılar ki…
Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yoksul insanına bir türlü ulaşamadı. Onu ırgatlıktan, cahillikten, taassuptan kurtaramadı. Çünkü önünde bu sefer eşraf vardı. O eşraf, Atatürk’e o fırsatı vermedi. Eşraf, kendini de geliştirmediğinden o eşraf kültürü ne acıdır ki yıllar içinde insanımızı boğan, nefes almasını engelleyen bir duvar oluşturdu. O duvarı kıracak güçler bu süreçte emperyalizm ve işbirlikçileri kanalıyla birbirine düşürüldü ve birbirine kırdırıldılar… Ülkenin yetiştirdiği düşünen beyinleri böyle yok edildi.
Toprak bu ülkenin en önemli üretim alanı iken yine gelinen noktada üretimden uzaklaştırılan ülkemde tüketim amaçlı kullanılarak hızla yok edilmektedir. Anadolu da çölleşme ortaya çıkarken ülkenin elinde tarıma elverişli alanların en verimlileri korkarım ki gelecek yıllarda emperyalizmin projeleri dahilinde elimizden alınacak ve ülkemde Osmanlının son dönemlerinde yaşanılan açlık yıllarına yeniden dönüş olacaktır. Bu gelecek günlerin en önemli sorunudur.
“Türkiye Devleti’nin özü kültürdür” diyen önderimize rağmen köylümüzün eğitim almasına, kendisini geliştirmesine izin vermedi, eşraf kültürü ya da zihniyeti…
2001 yılında köylümüzün yada kırsal kesimde yaşayan halkımızın ülke genelinde eğitim durumu böyleydi;
%18’i hiçbir okul bitirmemiştir, çoğu okuryazar değildir.
%72’si ilköğretim,
%8’i lise mezunu…
Yüksek öğrenim görenlerin oranı ise %2’nin altındadır.
Velhasıl %90’ı ilköğretimden daha fazla öğretim görmemişti…
Tablomuz buydu…
Cumhuriyetin ilk yıllarında tarım sektörünün payı neredeyse yüzde elliye yakın iken bugünlerde bu yüzde yüzde onun altına düşmüş durumda… Kendine yeten bir ülkeyken bugün neredeyse birkaç ürün dışında çoğunluğu dışarıdan ithal eden bir ülke olduk. Yerli tohumumuzu ıslah edip daha iyi, daha verimli tohumlar üretirken bugün tohumu dışarıdan alıyoruz. Denetimler sağlıklı yapılmadığından hayvanlarımız yedikleri ucube ürünlerin yemlerinden dolayı danalarımız da kısırlık yüzde yirminin üzerinde seyrederken sığırlar da düşük yapma olayı da yüzde kırkbeşin üzerine çıkmış durumda… Ailelerde ise tencere zor kaynamaya başlamış ve beslenme faturası önceler de ithal ürünlerle düşük seyrederken şimdiler de yine artmaya başlamış ancak ondan daha önemlisi sağlıksız beslenmeyle ailelerin sağlık harcamaları çok ciddi boyutlarda artış göstermiştir. Köylümüz neredeyse tarımsal üretim alanından çekilmiştir. Bütünşehir yasası ile bir anlamda bu ülkenin topraklarının ve köyünün bekası konumunda olan köy kanunu yürürlükten kalkıyor olması önümüzdeki günlerin sıkıntısının en önemli ayağı olacaktır. Köy kanunu, mera kanunu kalkıyor ve topraklarımız korumasız kalıyor. Mera kanunu kalkıyor, hayvancılığımız da bitiyor… Osmanlıdan sağlıksız insan ve hayvan alan cumhuriyet onca yokluğa rağmen insanını ve hayvanını çok kısa sürede sağlıklı hale getirmişti ancak daha iyisine emperyalizm ile işbirliği yapan eşraf kültürü izin vermedi…
Üretmeyi ana hedef alan bir ülke bugün ne acıdır ki tüketim değerleriyle kendini gelişmiş bir ülke diye tarif etmeye çalışıyor ancak oda ne kadar zorlasa da bir türlü olmuyordu.. İnsan eğitimli olmadığı sürece, bilinçli birey olmadığı sürece üzerinde hiçbir elbise şık durmaz yada hiçbir elbise onun görgüsüzlüğünü ve kabalığını ve bencilliğini örtmez…
Oysa cumhuriyet devleti kurulduğunda onu demokrasiyle taçlandırmıştı. Kuldan birey yaratırken, o bireye de önüne kısıtlama olmaksızın her alanı, her mevkiyi açıyordu. Açlık yıllarından toklu yıllara geçerken ülke insanını eğitim ile kültür ile eşitlemeyi hedeflemişti. Ama olmadı. Eşraf kültürünü, cumhuriyet yenemedi. Kasaba kültürünü yenemedi. İnsanını geliştiremeyince an geldi önce insanı sonra da kendisi o mahalle baskısına yenildi. Cumhuriyetin tacı olan demokrasi, gerçek anlamıyla ülke insanına dokunamadı. Yada dokunmasına izin vermediler. Hal böyle olunca insanımız arasında kültürel eşitlik sağlanamadı. Kültürel eşitlik sağlanamayınca da demokrasi bu kesimlerce farklı algılandı. Kültür ve sanata yöneleceğimiz yerde her ilimize gösterişli binalarla üniversiteler açtık. Bacasız fabrikaydı onlar. Üretemeyen ülke, tüketerek büyüyecekti.
Her ilimizde üniversitemiz var diye sevindik ancak gelinen noktada gördük ki gençlerimizin çoğunluğu yaşadıkları karşısında yaşamdan yada gelecekten umutlarını kestiklerinden dolayı “öğrenmek istemeyenler”den oluştuğundan çok kısa süre içinde öğrencisiz okullar olarak tarihe geçecek, bu üniversitelerimizin çoğunluğu…
Demokrasi bir anlamda toklar rejimidir,
Demokrasi bir anlamda seçme hürriyetinin bilincinde olanların rejimidir,
Demokrasi orta sınıfın var olduğu bir rejimdir,
Demokrasi kimliğinin bilincinde olan bireylerin rejimidir, desek de bugün artık neredeyse bütün bunların hepsinden uzaklaşmış durumdayız…
İnsan kitlemizin diğer yarısı demokrasiyi böyle anlamadı. Kendisini ezen, yok eden ve en önemlisi düşünmeyi bilmediğinden dinine engel olarak gördü.
Birbirinden giderek uzaklaşan bu iki kesim arasında oluşan duvarların yıkılması nasıl sağlanacak noktası bugün için sümenaltıdır. Yarına dönük olarak yeniden “biz” duygusu kurulur mu, yeniden kucaklaşılır mı doğrusu ben de bilmiyorum…
Ancak bugün için gelinen noktada, ülkemiz, insanımız zor durumdadır, yarınımız nasıl olacaktır, o konuda hiçbirimizin sağlıklı bir öngörüsü yoktur.
Ülke insanımızda çok büyük moral ve motivasyon düşüklüğü olması bugünlerde en önemli sorunumuzdur. Her alanda bir çözülme süreci yaşıyoruz…
Yine de Anadolu’nun birleştirici gücüne inanmak istiyorum…
Büyük acıların yaşandığı bu topraklara barış ve huzurun gelmesini diliyorum. Toprak-su-tohum zenginliğimizi ülkemizin birikimleriyle birleştirerek güvenli yarınlara gidebilmek adına tüketmeyi değil üretmeyi ana hedef haline getirmek ve daha basit yaşayarak ve daha fazla tasarruf ederek ve daha fazla bilimsel verilerle yolumuzu aydınlatarak gelecek günler adına umutlanmak adına mücadele etmek zorundayız…
Başarırsak ülkemizde yaşama irademizi pekiştirmiş olacağız, başaramazsak ki düşünmek dahi istemiyorum, yeniden göç ederken bu sefer önümüze neler gelecek bilmiyorum…
Sevgi ve saygılarımla…. Vecdi Yılmaz