Irak cephesi!!!
“43’üncü Alay 1. Piyade Taburu 1. Bölük yemek listesi…”
“Yıl 1917…
15 Haziran…
Sabah: Üzüm hoşafı, Öğle: Yemek yok, Akşam: Yağlı buğday çorbası, ekmek tam…
26 Haziran…
Sabah: Yok, Öğle: Yok, Akşam: Üzüm hoşafı, ekmek tam…
18 Temmuz…
Sabah: Üzüm hoşafı, Öğle: Yok, Akşam: Yok, ekmek yarım…”
“Yüzbaşı Selahattin’in romanı”ndan alıntıdır.
Osmanlı’nın 1917 yılında tükendiğini gösteren bir tablo… Osmanlı cephedeki askerine yemek yediremiyor. Mehmetçikler aç bilaç savaşıyor.
Sonra 1919’dan 1922 yılına kadar süren “Milli Kurtuluş Savaşı” nasıl verilebiliyor. Bunun adı mucize değil de nedir…
Aynı kitaptan başka bir alıntı…
Irak cephesinde yer yer kimi muharebeler de kazanılmıştı. Kazanılan bu muharebelerden birinde İngiliz karargahına girince ne görsünler? Yüzbaşı not etmiş: “Her taraf erzak doluydu. Hayatımızda görmediğimiz peynirler, içkiler, yiyecekler, elbiseler vardı. Her taraf zengin İngiliz milletinin haşmetini gösteren şeylerle doluydu. Hatırladığıma göre yalnız 22 cins peynir bulmuştuk. Görmediğimiz bir sürü reçel, şampanya, viski, ne bileyim daha adını bilmediğimiz bir sürü içki…”
…..
Balkan cephesi!!!
“Arabalarla atlarla bir sürü muhacir, kadın, erkek, çoluk çocuk kaçıyorlardı. Çünkü düşman girdiği köyleri yakıyor, halkını bir yerde toplayıp öldürüyordu. Yollarda anasını babasını kaybetmiş küçük çocuklar, askerlere yapışıp ağlıyorlardı:
-Beni bırakma!
Arkamızda kalan köylerin ateşlerini dumanlarını görüyorduk. Bir köyün önünden geçerken ihtiyar bir adam, elinde balta avaz avaz bağırıyordu:
-Hey asker!.. İçerde hasta ve loğusa kadınlar var. Bunları bırakıp nereye gidiyorsunuz? Ben baltamla düşman bekliyorum, siz silahınızla kaçmaya utanmıyor musunuz?… Namus gayreti, din gayreti kalmadı mı?…”
1912’de yaşanan “Balkan Faciası”
Devam,
“Yollarda manzara havsalaya sığmayacak kadar feciydi. Bir sürü ölü, olduğu gibi kalmış, kokmuş, bir kısmını köpekler yemişti. Suratlarına bakılınca mezardan fırlamış sanılacak insanlar sopalarına dayanarak yürümeye çalışıyorlardı. Üç dört kişilik bir kafileye rastladım. Başlarında seksenlik bir ihtiyar. Kırık bir kağnı arabasında eşya namı altında kırık dökük şeyler. Birkaç koyun. Bir köpek. Arabanın yanında genç bir kadın. Kucağında bir çocuk. Hem ağlıyor, hem yürüyor. İhtiyar benim kendileri ile ilgilendiğimi görünce konuştu.
-Efendi, dedi, ordu kaçarken biz de katıldık, ama onlar çabuk gitti, biz geri kaldık. Düşman bize yetişti. Damadımı öldürdüler. Kızıma tecavüz ettiler. Kız aklını kaçırdı. Ne söylesek anlamıyor, dinlemiyor. Üç gün önce kucağındaki çocuğu dondu. Şimdi ölüdür. Ama bebeğe süt vermeye çalışıyor. Sen söylersen belki işe yarar.
Genç kadına yaklaştım.
-Kızım, dedim, çocuğun ölmüş, onu bırak!… Kız bir süre bana vahşi bir hayvan görmüş gibi baktı, sonra çocuğu fırlattı attı.”
Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’ndan alıntıdır.(devam edecek)