-M.Hıfzı Aksoy’a-
Ege’nin koynunda
suya sevdalı
adalar gibi
Dağın kuytusunda
rüzgârlarla söyleşen
yalnız çınarlar gibi
İnsanlık yörüngesinde
yorulmaksızın dönen
aşk ustası semazen
Zeus’u anlat bize
halkların baş belası
o muhteşem ‘deyyusu’
Anadan üryan gezinen
üç güzelini anlat
boynu bükük Paris’in
Ormanların beslediği
masallardan savrulan
kır perilerinin gizemini
Zamanın yatağından
bir ok gibi fırlayan
içi boş söylenceleri
Ateşlerin içinden
süzülerek geçtiğin
zor yılları anlat
Kazancakis’in yoldaşı
Ey karlı zirvelerin
Aleksi Zorba’sı
Evrene sığmayan tanrı
ışıktan hüzmelerle
nasıl sığıyor yüreğine?
Biraz da senden öğrendim
nasıl çıkılacağını
insanlık merdiveninden
(Beşparmak;sy.163)
Bülent GÜLDAL
M.Hıfzı Aksoy’u doksanlı yılların başlarında, Başaran aracılığıyla tanıdım. Körfez’e yerleşmeye karar verdiğim zaman, dostlarım yazma eylemimin biteceğini söylüyorlardı. Hiç de öyle olmadı, bana göre en güzel ürünlerimi bu coğrafyada verdim. Bir yanımda Ahmet Uysal, diğer yanımda M.Hıfzı Aksoy ve İda’nın gülen yüzü , edebiyata dair soluklandığım birer ada oldular. Hele bir de yaz aylarını Akçay’da geçiren Mehmet Başaran gibi koca bir çınarın da masa arkadaşı olduğunuzu düşünün; binlerce yıl önce Homeros ile dile gelen dağın koynunda, farkında olmadan söylencelerin çoğaldığına tanık olursunuz.
Her yıl Mayıs ayının sonundan itibaren Eylül’ün bitimine kadar, genellikle hafta sonu bazen de hafta içi bir gün M.Hıfzı Aksoy’un “hadi” ünlemesiyle dağın böğrüne doğru yolculuğumuz başlardı. Onun “hadi”sinde düğün derneğe gidişin seslenişi gizliydi sanki. Çağıltılarla akan bir pınarın kıyısına soframızı kurar, güneş batana dek kuşların cıvıltısına, rüzgârın türküsüne karışır, şiirin eski ustalarını özlemle anarken, şimdinin aydınlık ve karanlık yanlarını dile getirirdik. Zaman ne çabuk geçerdi, hiç anlamazdım. Aralarında en genç olmam nedeniyle, onların anılarını sessizce dinlerdim. Köy Enstitüsü gerçeğini bütün çıplaklığıyla bu iki çınarın yaşadıklarından öğrenirdim.
Kasım (2011) ayının 12’sinde sevgili şairimiz Ahmet Uysal’ı anmak üzere, Hıfzı Aksoy, Ahmet Günbaş, Oğuz Tümbaş, Mine Ömer, A. Zeki Muslu, T. Şimşek, M. S. Kırımlı, Turgut Baygın ve ben Küçükkuyu’nun Zeytin Sanatevi’nde bir araya gelmiştik.
Toplantıyı, koca çınar Hıfzı Aksoy yönetmişti. Uysal’dan şiirler okudu, katılımcıları yönlendirdi. Kendi dizelerini neşeyle seslendirdi. Ve günün akşamında bir motelin denize bakan lokantasında, şiirle sürdürdük geceyi. Henüz yemek servisi yapılmamışken, Aksoy’un ; “rakıları getir bakalım oğlum” diye garsona seslenişini anımsıyorum. Hıfzı Hoca temiz içerdi. İçtikçe açılırdı, asla yalpalamazdı. Onu yakından tanıyan bütün dostları bu yönünü iyi bilirler. Eşinden dinlediğime göre, ölüme yattığı gece de içkisini içmiş, türkülerini söylemiş ve uyku saati geldiğinde uysal bir çocuk gibi yürümüş sonsuzun kollarına.
Altınoluk’ta doğmuş, seksen bir yıllık ömründe doğduğu coğrafyanın dönüşümüne tanık olmuş bir İda aşığıydı Hoca. Bizim Dağ adını verdiği bir yazısında sahiplenişin ayan beyan söylemi vardır. Körfezi, özellikle dağı kendinden bir parça bilen ve zaman içindeki büyük dönüşümleri ait olduğu coğrafya ile hemhal olarak yaşayan M.H.Aksoy’un tanımıyla : “ Her karış toprağı ayrı bir çağrışımdır İda’nın. Dolaştıkça dolanırsınız ağa tutulmuş balık gibi. Düşüncelere dalarsınız, çeşmelere, pınarlara konmuş adları duydukça. Tarih kokar buram buram. Bakarsınız bir yol dönemecinde Afrodit çıkmış karşınıza. Bir pınar başında İone ile Paris’in seviştiğini görebilir, Hera’nın çığlıklarını duyabilirsiniz bir çağlayanın yamacında. Bazen de kararıverir birden hava. Şimşekler çakmaya başlar gökyüzünde. O zaman da Zeus’un kızdığını anlarsınız. Sarıkız tepesine çıktığınızda Ege Denizi bir atlas gibi serilir gözlerinizin önüne. Ömer Bedrettin Uşaklı dikilip karşınıza, başlar (Sarıkız Mermerleri) şiirini okumaya. Akçay’dan Mehmet Başaran’ın, Edremit’ten Tahir Harimi Balcı’nın, M. Seyit Sutüven’in, Bülent Güldal’ın el salladığını, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unu görür gibi olursunuz zeytinlikler arasında gezinirken. ..Ve de Ahmet Uysal’ın şiir kokan sesi ilişir kulağınıza…”
M.H. Aksoy, tanığı olduğu olayları kimi zaman öyküleştirdi, kimi zamansa bütün yüreğiyle bir duygu seline dönüşerek dizelere yükledi. Ardında bıraktığı kitapları : Geçmişten Günümüze Altınoluk; Antik çağların Antandros’unun zaman içerisinde Altınoluk’a evrilişinin tarihsel bir anlatımıdır. Kısa ve özgün olan bu yapıt, körfeze dışardan gelenler için bir rehber niteliği taşımaktadır.
Günaydınlı Yıllarım; Hoca’nın Köy Enstitüsü’nü bitirmesini müteakip öğretmenliğe başladığı zaman ve mekânlardan izler yansıtıyor. Başından geçen olayları yalın olarak dillendirmesi, bu anı kitabını bir solukta okutuyor. İda’da Aşk; Hoca’nın kendi yaşamının bir kesitini ele aldığı okunası bir romandır.
Kapının Ardında Kalan, Sen Olmaz Belle, Zo, Arkadaşım Yalnızlık ismini verdiği öykü kitaplarının içerdiği öykülerin tümü yaşamından kesitler taşır. Bu yönüyle tanık-yazar’dır H.Aksoy. Günbatımı ismini verdiği şiir kitabında ise, yumuşacık duygu ve düşüncelerini tüm çıplaklığıyla okurun önüne serer .
“ Bir aşk titremesi sonrasıdır / var oluşumuz ağlamalarla / sonrası / tezgâhta dokunan çiledir ömür / kâh sırça köşklerdedir yaşamın / kâh uç bulup çözemediğin / bir çile yumağında / yaşamak güzel diyorlar ya / bir de onlara sormalı / çile yumaklarında uç bulup çözemeyenlere / ekmeği öpüp şükrederek / başına koyanlara / üzerinde aşk oyunları oynadığımız / halıyı dokuyanlara sormalı / belki o zaman daha iyi anlarız / tanrıların oyuncağı olduğumuzu”
2 Aralık 2011 günü, öğle saatlerinde, Ahmet Uysal’ın yanı başına yatırdık M.Hıfzı Aksoy’u. Biçimi değişen bir şölenin koynundalar şimdi. Mekânları şiir olsun…