1923’te cumhuriyet kurulmuş olması o zaman Anadolu’da ki köylü için çok önemli değildi. Bir yazarımızın deyişi ile o yıllarda köye ha Mustafa Kemal’in askerleri girmiş, ha işgal güçlerinin askeri girmiş fark etmezdi. Yaşam o kadar güçtü ki köyde ve köylüler o kadar çaresizdi ki! Zaten Kurtuluş savaşında işgal kuvvetlerinin askerleri girdiği kentlerde namusuna göz dikmesiydi belki de Kurtuluş savaşı dahi başarıya ulaşamazdı.
Yüce önder Anadolu’ya ayak bastığında yanında çil çil altınlar değil erzak torbasında 20 yumurta, 1 okka peynir ve sadece 20 ekmeği vardı.
Anadolu’yu dolaşırken köylünün çaresizliğini bizzat gözlemlemişti. O nedenle kurduğu cumhuriyetin yaşayabilmesi ancak cumhuriyet yurttaşının çoğalmasına bağlıydı. Bu çoğalma nasıl olacaktı sorusunun yanıtı çok ise önemliydi. Bunun yanıtı 1928’te yapılan Latin harflerinden oluşan alfabe devriminde yatar. Bundan sonra ki süreç ise müthiş bir tempodur. Her dönem devlet yapısında var olan tuzu kuruların yaşantı tarzı, toplum genelinde önemli ve belirleyici olur. Bir yanda mücadele edenler, bir yanda yokluk içinde kırılanlar ve yine bir yanda tuzu kuru olup zevk ve sefa içinde yaşayanlar.. O zaman ki süreçte yeni kurulan devlet, Anadolu’da nasıl algılanmaktadır. O’nu da usta bir yazarın kaleminden okuyarak anlamaya çalışalım:
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, “YABAN” ın ikinci basılışına yazdığı önsözü şu kelimelerle bitirir: YABAN, ÇÖLDE BİR FERYATTIR!..
Yazarın diğer kitabı “PANORAMA”DA da bu feryat devam etmektedir. “YABAN”IN ifade ettiği asil manayı, o zamanlar kavrayamayan aydınlar bugün artık olgunlaşmış bulunuyorlar ve acı gerçekleri daha iyi görebiliyorlar. Yazar, “YABAN”I inkar eden o neslin çocuklarına hitaben “PANORAMA”YI yazıyor.. Kitaptan iki bölüm…
“Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü durduğumuz “inkilap” kelimesinin daha “i” harfi bile buraya aksedememiş. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır: kabahat bir inkilabın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir… her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz: bu kanunların, bu emirlerin-kafaların içi şöyle dursun-hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz. Umumi müfettiş bey,-halkı Avrupai yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim lisenin müdürüyse, bütün gün mektebin içinde ökçesiz terliklerle dolaşıyor; biri, yeni bir sosyal nizam kurmak, öbürü, kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerlerine almış bulunan bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan Inkilap metodumuz da ki aynı axiome hatasının kurbanıdır. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvaffak olacak; her ikisi de, ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak..”
“Sana, bu satırları, içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasında yazıyorum. Bu çizgili kağıtla, içi hareli zarfı, biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bile bulmak mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor; bunun üstünde, İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendilerine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyleye, amin!”.
Anadolu’ya çıktığında yanında sadece kuru ekmek, yumurta ve peynir bulunan yüce önderin kafası ise çok netti. Kimlere karşı nasıl mücadele edileceği, kimlerle müttefik anlayışı içinde olunacağı savaşın hangi sınır çizgisine kadar gideceği ve neleri ne zaman yapacağı bütün bu soruların yanıtı belleğinde vardı.
Köylüye toprak verme konusu ise çok önemliydi. Eğer ona toprak verebilseydi onun bu sürece katkısının çok farklı olacağını biliyordu. Köylünün en önemli özelliği mevcut sistemin savunucusu olması yani memur gibi devlete sahip çıkmasıdır. Toprağı olmayan köylünün devleti onun karnını doyuran ağasıdır. Yani ağa ne derse odur. Arzu ettiği şekilde toprak reformunu yapamadı veya yaptırmadılar.
1938’te gözlerini yaşama kapadığında ikinci dünya savaşının duyulan sesleri kurduğu devletinin sıkıntılarını daha da arttıracaktı.
1939 yılında Erzincan depremi olması şehrin tümüyle yıkılması ve 30 bin insanımızın ölmesi de o yıllar için büyük şansızlıktı. Fakir cumhuriyeti yönetenler, herşeye rağmen o zor yıllarda yeni bir Erzincan kurmayı da başardılar.
“1939’da İkinci Dünya Savaşı başladı. Türkiye bu savaşa girmemeye çalıştı. Fakat bir gün savaşa girmek zorunda kalınabileceği veya yabancı kuvvetlerin ülkeyi işgal edebileceği endişesiyle 7 yıl süreyle sınırlarda 1 milyon askeri konuşlandırmak, beslemek zorunda kaldı.
– O yıllarda nüfusumuz 18 milyondu. Askere gidebilecek yaklaşık 4 milyon erkeğin 1 milyonu sınırlara gönderilmişti.
– 1 milyon insanı beslemek, sınırlarda tutmak büyük masraftı. Devletin 1939’da 390 milyon TL olan bütçe harcaması 1942’de 900 milyon TL’ye çıkmıştı.
– Katlanan harcamaları karşılamak için vergi toplanamadığından önce piyasaya para sürüldü. Dolaşımdaki banknot 1939’da 300 milyon TL dolayında iken 1942’de 800 milyon TL dolayına çıkarıldı. Piyasaya banknot sürüldükçe fiyatlar arttı. Enflasyon 2 katına çıktı.
– Piyasaya daha da banknot sürülecekti ama kasada banknot kalmamıştı. Banknot İngiltere’de bastırılıyordu. Banknot getiren gemi Yunan sularında torpillendiği için bastırılan banknotlar denize gömülmüştü.
– Çaresizlikten ordunun ihtiyacını karşılamak için bedeli ileride ödenmek üzere köylünün hayvanlarına el konuldu.
– Toprak Mahsulleri Kanunu çıkarılarak köylünün ürettiği her ürünün yüzde 10’u bedelsiz olarak toplanmaya başlandı.
– Çünkü hudutlardaki 1 milyon asker açtı. 120 kişilik bölükteki asker günde 17 somunu paylaşmaya mecbur kalıyordu. Harp sırasında açlıktan 57 bin asker öldü.
– Ülkenin petrol ve kömür alacak parası kalmamıştı. Kömür üretimini ikiye katlamak gerekiyordu. Fakat eli tüfek tutanlar askere alındığından madenlerde çalışacak insan bulunamıyordu. Kanun ile zorunlu çalışma uygulaması başlatıldı. Jandarma köylerdeki 15-17 yaşlarındaki gençleri topladı. Madenlere soktu. Madene inen 21 bin gencin 419’u öldü, 14 bini sakat kaldı. Büyük kısmı verem oldu.
– Mecburi yol vergisi uygulaması nedeniyle vergisini ödeyemeyen binlerce köylü yol yapımında çalıştırıldı.
– Çaresiz kalınınca Varlık Vergisi uygulandı.
Özetle harp döneminde hayvan vergisi ile köylüden 130 milyon TL, Toprak Mahsulleri Vergisi’yle 270 milyon TL, Varlık Vergisi ile de varlıklılardan 314 milyon TL toplandı.
Varlık Vergisi’yle 114 milyon kişi vergilendirildi. Tahsil edilen vergi 314 milyon TL oldu (109 milyon verginin tahsilinden vazgeçildi.) Müslümanlar kişi başına 6.102 TL, gayrimüslimler ve yabancılar kişi başına 5.326 TL vergi ödedi.
Aşkale’ye vergi ödemedikleri için 2.057 Müslüman ve gayrimüslim işadamı sevk edildi. Bunlar Aşkale’de 8 ay kaldı. Resmi kayıtlara göre, 2.057 kişiden 11 kişi hayatını kaybetti.
Bütün bunlar olurken, “savaşa girmemek becerisini gösteren hükümet o harp şartlarında Yunanistan’a ve Avrupa’da yaşayan Türk Yahudilerine yardım etti. Türkiye’ye sığınan yabancılara kucak açtı.
Bu bilgileri Cahit Kayra’nın yazdığı ”Savaş, Türkiye, Varlık Vergisi” başlıklı kitaptan aktarıyorum. Cahit Kayra vergi uygulaması sırasında Maliye Müfettişi olarak görev yaptı. Diyor ki, Varlık Vergisi’ni tartışırken o dönemde Türkiye’nin durumunu ve savaş şartlarını hatırlamak gerekir.
Bu savaşta sadece Varlık Vergisi mükelleflerinden zorla para alınmadı. Köylüden de alındı. Milyon asker hudutlarda yıllarca bekledi. Binlerle genç kömür ocağında zorla çalıştırıldı. Askerler öldü. Gençler öldü ama, Türkiye ayakta kaldı.”(Güngör URAS)
Türkiye ayakta kaldı…
1923’te yokluklar içinde kurulan bir cumhuriyet…
1929’ta çıkan büyük dünya krizinde ve
1939’ta çıkan ikinci dünya savaşında büyük acı ve sıkıntılar yaşayan köylü nüfusu..
Yine bu süreçlerde bir eli yağda bir eli bağda olan tuzu kurular..
Devleti kuran ve yöneten parti CHP…
Özellikle ikinci dünya savaşı sırasında uzun süren askerlik ve seferberlik durumlarında bu durum(Bir oda içinde çok güç koşullar altında bir yaşam sürüyorlardı. Bütün bunlar neyse bir şekilde izah edilebilirdi çünkü o yıllarda kasabaların da durumu buna yakındı. En kötüsü ise köylerde erkek namına kimsesi kalmayan genç gelinlerin, maaş çıkartmak, maaş almak, zahire koparabilmek, firar kocasını saklamak için amil tahsildara veya jandarmaya veya iaşe memurlarına tabasbus (yaltaklanma) ve müdahaneye (dalkavukluk) mecburmuş gibi bir görüntü ya da söylenti de yaygındı.) olağan karşılanır olmuştu. Tek parti dönemidir ve iktidarda ki partinin adı CHP’ dir. Birinci ve ikinci kuşaklar yaşadıklarını ve duyduklarını çocuklarına ve torunlarına aktarmışlardır. Meslek yaşamının en az 25 yılını köylerde geçirmiş bir kişi olarak çok değişik olaylarla bu durumu tespit etmişimdir. Köyün ismini vermeyeceğim, görevli gittiğim Balıkesir’in bir köyünde dilekçede belirtilen hususlara baktıktan sonra köy odasında birlikte yemek yerken konu sağdan soldan açılıp CHP’ ye geldi. Muhtar, dedi ki CHP’nin köyümüze çok büyük haksızlığı oldu. Bunun üzerine ben de muhtar! merak ettim “50 yıldır iktidar olamayan bir parti sizin köye nasıl haksızlık eder” söyler misin? Muhtarın yanıtı: “Babam anlattı 1949 yılında tapu ilk köye geldiğinde belde başkanı CHP’liye şu kadar yer yazıldı ve bir numaralı kayıt numarası ona verildi. O’na yazılan yer köyün yeri idi. Bu sebepledir ki köylümüz genelde Jandarma’dan korktuğu gibi korkar CHP’den daha doğrusu CHP iktidarından mühendis bey” demesi beynime kazındı.
1923’te devlet kur. 1929 büyük dünya bunalımını ve 1939-1945 ikinci dünya savaşını yönet sonra gel bir fincan suda boğul…
1946 yılında parlamento da büyük muhalefete rağmen “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” çıkıyor. O gün bu kanuna muhalefet edenler 1950 de iktidara geldiğinde Nazım, “Akrep gibisin kardeşim” diyerek yine O’nu suçluyordu.
Köy enstitülerinde oluşan kadro 1970 ve 1980 müdahalelerinde yok edildi.(Eğer bu kadrolar dağıtılmasaydı bu ülkemiz hangi noktada olurdu) Köylü yerinde duruyordu. O daha okuma-yazma öğrenmekte ve sahip olduğu zenginlikleri de yeni dünya düzeni içinde emekli olabilmek hayali ile satarak üretimden düşüyor ve tüketici oluyordu. Onun içinde değişen bir şey yoktu. Yarın ise çok belirsiz..
2011 de 1950 de takılı kalmış…Bu sorunun yanıtı iktidar için çok önemlidir… Sevgi ve saygılarımla… Vecdi Yılmaz