Kurtuluş savaşında her şeyi ile görev alan köylü, yeni kurulan Türkiye devletinde beklediğini bulamadı. Cahildi, hastalıklıydı, başını sokacağı bir damı, bir ağacı ve bir karış toprağı yoktu. Yüce önder bütün bunları biliyordu. Hastalıklı, cahil ve topraksız insanının durumunu bir an önce düzeltmek istiyordu.
Ülkenin genel durumu ise şöyleydi: On yıldan fazla süren savaşlar hem ülkenin verimli ekonomik yapılarını tahrip hem de toplumun erkek ve üretici kesiminin kaybına neden olmuştur. Sanayi ve ticari faaliyetler yabancı şirket ve Gayri müslimler tarafından yönlendirilmiştir. Türkiye sınırları içinde 100’den fazla işçi çalıştıran işyeri sayısı sadece 56’dır. % 85’i kırsal kesimde yaşayan toplum, tarımı insan ve hayvan gücüyle ve ilkel yöntemlerle yapmaktadır. Ülkenin maden zenginlikleri bilinmemekte bilinenler de yabancı sermaye tarafından çıkarılmaktadır. Bunun yanında Cumhuriyete devreden ülkedeki 4100 km uzunluğundaki demiryolunun % 66’sı, liman yapımı ve işletmeciliği yine yabancı sermayenin elindedir.
Lozan antlaşması gereğince gümrük duvarları 1929 yılına kadar yükseltilemeyecekti. Bu karar yerli sanayici ve özel girişimcinin devlet tarafından korunmaması anlamına geliyordu.
Bu dönemde makine kullanımı son derece sınırlıdır. Makine gücü kullanan kuruluşların toplam sayısı 374 ve bunların kullandıkları toplam beygir gücü de 20.977’dir. 1915 yılında bu sektörlerin toplam üretim değerleri 7.570.470 TL’dir. Bu yıllarda sanayi için hayati derecede önemli olan birçok maddenin üretimi sıfırdır (Demir, Çelik vb. madenler gibi). Yetişmiş insan gücü ile ilgili istatistikler ise daha da çarpıcıdır. Nitekim Nüfusun % 85’i kırsal alanda yaşamaktadır. Milli gelirde tarımın payı % 67’dir. Ekilebilir arazi % 32, ekilen arazi % 5, aile başına ekilen arazi 25 dönüm. Makine kullanmayan işletmelerin oranı % 95.68 dir. İşte böyle bir sanayi yapısının üzerine “iktisadi bağımsızlık” ilkesine uygun bir yapılanma sağlanacaktı. Bunun için de iktisat kongresi toplanması sağlanacaktır.
Yüce önder, 1923’de Cumhuriyeti kurduğunda sadece 39 mühendisi, 560 doktoru, sağlık memuru 554, ebe 136, hemşire 69, eczacı 4 ve 86 hastanesi vardı. Okur-yazar nüfus %4’ün altındaydı. Kadın nüfusta bu oran binde dört civarında. Ankara’da sokak isimleri yok. Ülke genelinde kitap sayısı 25 bin civarında. Kadınlar ilk kez 1927 nüfus sayımında sayılıyor. Koca ülkede1928 yılında nüfus 14 milyon iken 673 eczane var.
Cehalet diz boyu, okul, öğretmen yok denecek durumda. Bursa ilinden bir örnekle mevcut durumu daha iyi anlayabiliriz. Bursa vilayetinde 1927 yılında ortalama 4.4 köye bir okul, kaza merkezlerinde 2.269 kişiye, ve köylerde 1.351 kişiye bir okul düşüyordu. Bursa bu haldeyken doğu hakkında bir değerlendirme yapmaya gerek var mı?
Türkiye’deki bütün yabancı okullar (1926) sıkı bir denetim altına alındı. 822 sayılı kanunla, orta öğretimde öğrenim parasızlaştırıldı. 823 sayılı kanunla, bütün okul kitaplarının bakanlıkça bastırılması kararlaştırıldı.
1926 yılında, Avrupa (Fransa, Almanya, Rusya, İtalya, Yunanistan ve Bulgaristan gibi) ülkelerinde uygulanmakta olan ilköğretim programları incelendi. Ülkemiz için yeni bir “ilkokul programı” hazırlandı. Bu programla, derslerin adları yanında müfredatları da belirlendi, dünyada yeni uygulanmaya başlanan “toplu öğretim” Türkiye’de de diğer Avrupa ülkeleri ile hemen, hemen aynı zamanda uygulanmaya başlandı.
Ülkemizde üç çeyrek yüzyıldır tartışılmakta ve üzerinde bazı değişikliklerin yapıldığı “eski yazı”nın tamamıyla değiştirilmesi konusu 1925 yılında ciddî olarak yeniden ele alındı, Maarif Teşkilâtına Dair Kanunla kurulan “Dil Heyeti”, bir yazı komisyonu gibi çalışmaya başladı ve 1928 yılı ortasında Lâtin harflerinden oluşturulan “Yeni Türk Alfabesi”nin kabulü yönündeki çalışmalar, Atatürk’ün desteği ile 1928 yılı Ağustosunda uygulamaya konuldu. Bu öyle bir karardı ki ülke bir anda cahil durumuna düşecekti. Öğretmen olmadığı için önce öğretmen yetiştirilecekti. Bugün kendimizi çok farklı hissediyorsak eğer bu devrimin sayesindedir. Okuma-yazma öğrenme, arapça da 3-6yıl içinde olurken yeni Türk alfabesinde bu süre 3-5 ay arasına düşüyordu.
22 Nisan 1926 tarihinde çıkarılan 819 sayılı kanunla, il özel idareleri bütçelerinden ayrılacak % 10’luk paylarla bakanlıkça belirlenecek 10 bölge merkezinde birer öğretmen okulu binası yapılması kararlaştırıldı.
Mustafa Necati Bey, kanunun TBMM’nde görüşülmesi sırasında yaptığı konuşmada: “Özel İdareler, Öğretmen Okullarını on yılda kurmuşlar, başarılı olamamışlar, Özel İdarelerin bu işi başaramayacağı anlaşılınca da genel idareler bu işi yüklenmişlerdir. Yetmiş okul yerine otuz okul açılmıştır. Üstelik bu okullar için araç, gereç ve öğretmen gereklidir. Şimdi ülke yılda iki yüz öğretmen yetiştirmektedir. Bu sayı yetersizdir. On yılda otuz bin öğretmene ihtiyaç vardır. Bu yüzden Özel İdareler bütçelerinden % 10 aktarmakla bir şey kaybetmeyecektir.” O zamanki adıyla “Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü(Gazi Eğitim Fakültesi)”, bu kanunla gerçekleştirilen ilk öğretmen okulu binasıdır. ikinci önemli öğretmen okulu binası İzmir Erkek Öğretmen Okulu’dur. Üçüncüsü de bugün, “Balıkesir Necatibey Eğitim Fakültesi” olarak hizmet gören Balıkesir Erkek Muallim Mektebi (Öğretmen Okulu) binasıdır ki, bunlar eğitim-öğretim için gerekli donanıma sahip vasıflı binalardır. (devam edecek)