“Atatürk, Enver Paşa tarafından Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderilir. Bulgaristan henüz 5 yıllık bir ülkedir. Üzgündür Atatürk İstanbul’dan gittiği için. Bir pastahane vardır Sofya’da. Diplomatik erkan, genel olarak o pastahanede kahvaltı yapmaktadır. Atatürk de orada yapar kahvaltılarını. Bir sabah bir köylü girer pastahaneye. Bohçası vardır yanında, bırakır bir masanın yanına, oturur. Bir garson gelir, köylü süt ve kek ister. Garson ise köylünün pastahaneden ayrılmasını ister.
İtiraz eder köylü. Birkaç garson daha gelip tekrarlarlar dışarı çıkmasını. Köylü öfkelenir ve bağırmaya başlar.
“Senin sattığın sütü ben üretiyorum, senin sattığın pasta, börek, çöreğin ununu ben üretiyorum. Peynirini, yoğurdunu ben üretip veriyorum. Pastana koyduğun meyveleri ben üretiyorum ve sen benim ürettiklerimi bana vermiyorsun öyle mi? Hayır çıkmıyorum ve kahvaltımı burada yapacağım” der..
Herkes suspus olur. Köylünün istedikleri masasına gelir, kahvaltısını yapar ve bir miktar parayı masaya fırlatarak çıkar ve gider.
Tüm her şeyi izler Atatürk.
Küçük kareli not defterine şu notu düşer. “Bir gün benim köylüm de bu köylü gibi olursa millet olduk demektir “der ve ekler, ‘Köylü Milletin Efendisidir.'” Mehmet Tevfik Gürsel
Köylü dediğimiz an hemen sarıldığımız Atatürk’ün bu sözüdür. Atatürk’e bu sözü söyleten bu gördüğü olaydır. Burada öne çıkan faktör ise, üretme, üretme bilinci ile bilinçli yaşam duruşunun ortaya çıkardığı karşı koyma yani kendini savunabilme iradesinde ki özgüvendir.
1923 de Cumhuriyet devleti kurulurken Osmanlıdan devir alınan hazinede bir tane bile altın lira yoktur. Kişi başına düşen gayri milli hasıla yıllık 44 dolardır. Köylünün durumu daha da kötüdür…
Dr. Nizamettin Ali: “… Türkiye’nin son ziraat istatistiğine göre, zeytin, üzüm, incir ve fındık gibi ağaç mahsulleri hariç olarak hububat, sınai nebatat ve bakliyat istihsalinin kıymeti 337 000 000 liradır. Bu kıymeti 9 145 000 Türk köylü kitlesi yaratıyor. Şu halde beher köylü nüfus başına 36 liralık bir yaratma kuvveti düşüyor. Yani Türk köylüsü senede 36 liralık bir kıymet yaratıyor. Şu halde bir sual hatıra geliyor. Nasıl Türk köylüsü bu senelik yaratma kıymetini 50 liraya 100 liraya 200 liraya çıkaracaktır?”
Atatürk bu koşullarda kurduğu devletinin yaşayabilmesi için o günün koşullarında neredeyse nüfusun %85’inin köylerde bu çok zor koşullar altında büyük bir cahillik ile yaşadığı bir ortamda devletine koyduğu bir hedeftir… Ancak bu hedef koyma, devletin 1950 sonrası en büyük sıkıntısı olurken siyasetçiyede sınırsız sömürme olanağı vermiştir. Seni “efendi yapacağız” diyen siyasetçi köylüyü köle gibi kullanırken vermiş olduğu üç beş kuruş ile de devletin kapısında köle gibi hazırolda tutmuştur.
Atatürkçü düşüncenin özü, kültür devriminin her parçasıyla tamamlanarak özgür kıldığı kişinin bu özgürlük içinde yaşamını ayakta tamamlayabilmesi için kendini sürekli geliştirme ve değiştirme iradesiyle uyum olacak şekilde tamamlaması ve hatalarından faydalanıp atacağı doğru adımlar için kullanabilme iradesine sahip olabilme cesaretini ve düşüncesini benimsemesi ve uygulamasıdır.
Atatürk bu hedefi koyduğu zaman çoğunluk bunu “köylü olmak büyük bir onurdur” diye algıladı. Oysa onur, aklının bilincinde olmak ve bu bilinç ile yaşama iradesini gösterebilmektir. İnsan aklını geliştirmekten kaçınırsa ve onunla övünmeye kalkarsa onun karşılığı açın bakın sözlüğe aptallıktır.
Aptal insan ise aptallığını saklayabilmek için
1; kurnazlığa kaçar,
2; kendini saklayarak dedikodu yaparak ayakta kalmayı seçer,
3; siyasetçinin nüfuzundan faydalanabilmek adına onun uşaklığını yaparak kendini ispatlamayı sever,
4; her hareketinde kendi çıkarını düşünür.
Bunu çok iyi bilen emperyalistler onu kendi aptallığının kurnazlığında yenmeyi çok severler.
Demokrasi denilen kavramın herkesin kendini sözüm ona özgürce ifade edebildiği ve yönetebildiği bu düzende söylendiğinde ağızda çok hoş dururda hayatın pratiğinde bilinçli insan sayısı az olduğundan küçümsenen oy verme yöntemiyle, oy vermenin dayanılmaz hafifliğinde seçilenler nedense hep kral ya da padişah gibi yönetmeyi çok severler. Çünkü kasaba kültürü ve kasaba eşrafı böyle ister.
Oy vermenin bilincinde olmayan insanın vereceği oy, bilincinde olan insanın vereceği oy ile asla bir olmaz. Biri oy vermeyi kendi küçük çıkarları için kullanırken diğeri oy vermeyi bütün yönleriyle düşünür ve oyun karşılığının kendi kişisel hesaplarının dışında görmeye çalışarak oyunu verir.
Oy kullanılırken diğerlerinden niçin vazgeçiyorum noktası çok önemlidir ve bu nokta sorgulanmalıdır. Bu sorgulama ancak bilinç ile olur. İradeyle olur. Mücadeleyle olur. Nitelikli bilgiyle olur.
Çünkü işin kırılma noktası burasıdır.
Siz ne yapıyorsunuz. Şimdi harman zamanı deyip ne koparabilirsem mantığı ile oyunuzu verilecek maddi şeyler karşılığında kullanırken neleri kaybettiğinizi hiç sorgulamıyorsunuz.
Gelelim efendiye…
Efendi olmak kelimesi çok tehlikeli sözcüktür… Atatürk bunu çalışkan olmak, üretmek ve aklını geliştirerek daha fazla insan olma anlamında kullanmıştır.
Efendi olmak kelimesi çok tehlikeli sözcüktür… Bu kelimenin anlamını bilmeden, sindirmeden kullanmak öyle yanlıştır ki bunu aynen sizi evin içinde çalıştıran zenginin hizmetçisine seslenir gibi “Ali efendi gel bakalım buraya” derken burada o efendi anlam bakımından köle yerine kullanılmış olmuyor mu?
Oysa kişinin efendi olabilmesi için en önemli şart, kendine hiçbir şekilde çıkar sağlamayacak ve sağlaması muhtemel olasılıklar içinde görmeyeceği kişilere saygıda kusur etmemesi olarak tanımlasak doğruya daha yakın bir yanıt almış olmazmıyız.
Bunun biraz açalım, dostlarım…
Bunun anlamı, çıkar kelimesini yaşamınızdan, aklınızdan ve ilişkilerinizden çıkarıp atmanızdır. Bunu başarabildiğiniz an kendi özgürlüğünüze de büyük bir adım atmış olursunuz. Ve artık hiç kimse sizi hiçbir şekilde uşaklığa, boyun eğmeye ikna edemez.
Biz daha kul olmaktan insan olmaya geçemedik. O nedenle efendi noktasına takılmayın mümkünse kenarından bile geçmeyin. Çünkü, efendi efendi diyerek sizi bir güzel öpüyorlar.
Demokrasilerde efendi olmaz. Atatürk bugün yaşasaydı bu sözü söylemezdi. Bugün bu sözü söylemek ve bu söz üzerinden siyasetçinin köylüye kendi zaafları üzerinden prim vermesini beklemek, bunlar çok yanlış şeylerdir.
Demokraside “efendi” yoktur. “Efendi” varsa “köle” de var demektir.
Demokraside kul yoktur.
Demokraside bilinçli insan vardır.
Var olan insanda düşünen, aklını kendi yöneten ve sorgulayan ve soru sorandır…
Cumhuriyet devleti ne acıdır ki köylüyü üretici yapamamış ve daha da kötüsü kendi özgür iradesiyle tavır koyabilecek bir noktaya gelmesine izin vermemiştir.
Eleştiri ile dedikodu taban tabana zıttır. Eleştiri bir kişiye, bir eyleme yönelik olarak yapılır. Dedikodu ise söylenilen bir sözün diğerlerine içine başka şeylerde konarak aktarılmasıdır. Dedikoduda müteselsilen herkes birbirine karşı sorumludur. Oysa eleştiri de bir kişi vardır. O bir kişinin dediği ya doğruysa ya ondan etkilenip onun gibi insanlar çoğalırsa… Bu çok büyük bir korkudur. Korkudan ya da kötülükten beslenen insanların kendi karanlıklarına ışık sızmasını istememelerinin altında yatanda budur. Eşraf kültürü özetle budur. Eşraf kültürünü bu topraklardan silmedikçe kulluktan insan olmaya geçemeyiz…
Atatürk gördüğü o olay üzerine,
“Bir gün benim köylüm de bu köylü gibi olursa millet olduk demektir,”der ve ekler, “Köylü milletin efendisidir.”
Atatürk doğru demiştir de köylüyü efendi yapacağız diyenler köylüyü o köylülük duruşundan dolayı hep öpmüştür. O öpmelerin faturasını gün gelecek hepimiz çok ağır bedeller karşılığında ödeyeceğiz…
Ve
O gün geldi…
Bugün ve yarınlarda bu bedeli çok ağır ödeyeceğiz, bunu bilinde…
Sözümüzü Balkanlara ait bir söz ile kapatalım: “Kardeşe kardeş gibi davranmayan, bir yabancıya efendi demek zorunda kalır.”
Biz de ise acı gerçek türkü içinde söylenir; ” Zeytinyağlı yiyemem aman/ basma da fistan giyemem aman/ Senin gibi bir cahile ben efendi diyemem aman!…”
Sevgi ve saygılarımla
Vecdi Yılmaz