Öksüz yurtlarının babası sayılan, daha sonra Kastamonu Milletvekili olan İsmail Mahir EFENDİ 14 Temmuz 1914’de Meclis-i Mebusan’da yapmış olduğu konuşmada şöyle diyordu:
“…Bendeniz diyorum ki, aşağı yukarı yetmiş tane sancağımız var. Yahut memleketi yetmiş mıntıka-i maarife ayırınız. Bu sancaklardan çiftlik olan bir yerinde, yahut arazi-i emiriyeden bulunan bir mahallinde bir zükura ve bir inasa mahsus, gayet vasi, leyli iptidai mektepleri vücuda getiriniz. O sancak dahilinde kaç tane köy varsa hesaplarsınız. Nerelerde mektep yapacak isek, oralardan bir kız çocuğu ve bir erkek çocuğu alıp, mektebe koruz. Bittabi kız mektebinin bir çok tertibatı olacak. Dokumacılık, aşçılık, dikişçilik, ziraatta yapabilecekleri tavukçuluk ve sair gibi. Erkek mekteplerinde de tamamiyle ziraat işeri. Bunlara dört sene tahsil-i iptidai gösterelim. Türk çocukları gayet zeki olur. Üç senede ilk muallim mektebinin programını bunlara gösterelim. Tahsil Toplamı yedi sene eder. Bir sene de mükemmel tatbikat görür. Sekiz sene oldu mu? Sekiz seneye kadar o köylüleri mecbur edersiniz. Muallim evini ve mekteplerini, o mekteplerin ufak modeli suretinde olmak üzere, köylerinde yapsınlar.
… Ben bir teklif söylüyorum. Sonra erkeği o kıza veriniz.. Düğün edersiniz. İki lira maaşla kemali memnuniyetle köyüne gider. Çünkü o köyün yanı başında nümune tarlasının hasılatını o muallim ve muallime alır. Bundan başka çaremiz yoktur. Bu surette memaliki Osmaniye dahilinde yapılmadık bir köy mektebi kalmaz. Şu suretle hem muallim ve muallimeye malik olursunuz(kafi sesleri). Ben başka bütçelerde söylemeyeceğim. Yalnız bu bütçe hakkında söylüyorum. Bu mekteplere pek çok masraf gidecek zannetmeyiniz. Bu mekteplerde, pirzola, kıvırcık eti değil, köylü ne yiyorsa, onu vereceğiz. Köylüler ayran, ayranlı çorba, pilav yiyorlar. İşte biz de onları yedireceğiz. Köy battaniyesi üzerine bir aba, ayağında bir köylü yemenisi. İşte bu suretle yapılırsa az vakitte terakki edilmiş olur. Böyle yapılmazsa, erkek muallimden kız muallim mektebinden talebe çıkışında, ondan sonra derseniz, o vakit ancak üç yüz senede bu muallim ve muallimler gelir.”
Özetle;
“Ülke yetmiş bölgeye ayrılmalı. Her bölgede bir öğretmen okulu açılmalıdır. Buralara her köyden bir kız, bir erkek öğrenci alınmalı. Sekiz yıllık olarak köye göre öğretmen yetiştirilmelidir. Herkes orada yeteneğine göre sanat ve meslek edinmeli. Köylüyse okulunu kendi yapmalıdır. Öğretmenlere iki lira maaş, ayrıca devlet toprağı verilmeli, sonra bu öğretmenler evlendirilmelidir.”
35 milyonluk Osmanlı İmparatorluğu 1876 yılı sonlarında, yalnızca 425 Rüştiye, 8 İdadi, 7 Muallim mektebi kurabilmiştir. Rüştiyelerin 17’sinde Muallim mekteplerinin de yalnızca 1’inde kızlar eğitim görebilmiştir.
İsmail Hakkı BALTACIOĞLU’da İsmail Mahir EFENDİ ile aynı görüşleri paylaşmaktadır.
İsmail Hakkı BALTACIOĞLU, yüksek öğrenimini Paris’te yaptı. 1913 yılında, Osmanlı Maarifi İsmail Hakkı’yı mezun olduğu ilk okulda yenilik yapması için görevlendirir. İsmail HAKKI burada devrim sayılabilecek eğitim yöntemleri uygulamıştır. Öğrencilerini çevre eğitim gezilerine çıkarmıştır. Okul tiyatrosu kurmuş ve oyunlar yazmıştır. Açık hava okulu: doğayı tanımak ve öğrencileri açık havada geliştirmek, İsmail HAKKI hocamızın getirmiş olduğu yeniliklerdi. Aynı zamanda İsmail HAKKI, Türkiye’de ilk karma eğitimi başlatıyordu. BALTACIOĞLU hocamızın en önemli mücadelesi ise, ELLERİN KULLANILMASININ YASAKLANMASINA KARŞI VERDİĞİ SAVAŞTIR. Böylece İsmail HAKKI; SANAT VE ELİŞİ YOLUYLA EĞİTİMİN, YALNIZCA İLKOKULLARDA DEĞİL, ORTA ÖĞRETİMDE DE BABASI HALİNE GELMİŞTİR. EĞİTİM İLE İLGİLİ YAZILARI VE ÇABALARI CUMHURİYET DÖNEMİNİN EĞİTİM POLİTİKALARININ BİÇİMLENMESİNDE DE SON DERECE ETKİLİ OLMUŞTUR.
1921 yılında eğitimci Fuat GÜNDÜZALP “KÖY ÖĞRETMEN OKULU” açılmasını önermiştir.
Uzatmayalım değerli dostlarım, Köy Enstitüsü fikri Osmanlıdan başlayan bir mücadelenin geldiği son noktadır.
Cumhuriyet, ne yaptıysa o günün koşullarında öğretmenlerini sayıca yetersiz de olsa köye gönderemedi. Köye, gönderilen ya istifa ediyordu yada gönülsüz çalıştığından faydalı olamıyordu. Köy okulları, o yıllarda üç yıl ile sınırlıydı. Tesis yönünden de neredeyse sıfır noktasındaydı. Köy çocuklarının eğitim durumu %20 gibi çok düşük düzeydeydi. Öyleyse radikal bir karar alınıp, köylünün köyünde eğitimi sağlanmalıydı. Bunun içinde köyünde beş yıllık eğitimi tamamlayan çocuklar, bu enstitülere alınmış ve eğitilmişti. Mezun olduğunda da gidip köyünde yada köylerde en az yirmi yıl daha sonrasında ise iyileştirme yapılarak 15 yıl çalışma mecburiyeti getirilmişti.
Köy Enstitülerinden mezun olan öğrenciler, mümkünse kendi köylerine, değilse en yakın köye öğretmen olarak atanacak, kendisine bir ev ve toprak verilecekti. Köylerde eğitim verecek bu öğretmenlerin 20 yıl zorunlu hizmet yükümlülüğü bulunuyordu. Köy öğretmenlerinin ücretleri de kırsal alanların geçim endeksine göre saptanıyor, dolayısıyla köyü terk ederek kasabalarda ve kentlerde yaşamaları bu yolla da fiilen engelleniyordu. 1948’e gelindiğinde, o zamana dek kurulan 21 Köy Enstitüsünden, toplam 20 bin öğrenci mezun olmuştu. Bunlardan 17 bini öğretmen, eğitmen ve teknik eleman, 3 bini ise sağlık memuruydu.) Köyde çalışacak olan bu öğrencilere yine bu koşullarda çalışmayı göze alan kadınlarla evlenmesi öneriliyordu. Köylü köyünde eğitilecekti. Eğitimi için gerekli okul, lojman ve diğer ihtiyaçlarda köylünün emeği ve parası ile sağlanacaktı. Şehir ve kasaba da okulu yapan devlet, köyde, köylüye yap diyordu. Kentlinin bir anlamda kentine gelmesini istemediği köylüye bu şekilde bir sınırda çizilmiş oluyordu.
Tabloyu büyük pencereden bakarak görmek zorundayız… Köylerimiz çok kötüyken kasaba ve illerimiz çok mu iyi idi… Keşke çok iyi olabilseydi…
Köy Enstitülerinin kapatıldığı tarih 1950’li yıllardır. O yıllarda ülke de 34 fakülte ve yüksekokul vardır. Bunların tamamının verdiği mezun sayısı ise 3bin 61’dir. 1950 yılında elektriği olan(özel durumlarından dolayı) köy sayısı sadece 13’tür. Yol, nerdeyse yok gibidir. 1980’li yıllarda ben Ayvalık’tan Balıkesir’e oda yağmur yağmazsa 5-6 saatte gittiğimi hatırlıyorum. Edremit-Balıkesir arası toprak yol, siz bir de Anadolu’yu düşünün. Traktör sayısı ülke genelinde 34 bin civarındadır(yeni ve gelişmiş traktör sayısı 1175’tir). Konuştuğumuz ülke Türkiye’dir. Bu ülkede yaşamak coğrafi koşullar dikkate alındığında sanıldığı kadar kolay değildir. Ülke genelinde ortalama yükselti 1000 m civarındadır. Bunun açılımı ise dağlık ve engebeli bir arazi yapısı içinde yaşıyoruz demektir. Kara yolu ağını kurmak sanıldığı kadar kolay değildir. Kuramadığın vakit ülke genelinde Ulusal Pazar ağını kuramazsın. Ulusal pazarı kuramadığın zamanda ulusal bağı güçlendiremezsin.(O yıllarda bu o kadar önemli ki… Pazar kavramı gelişmediğinden bazı yerlerde bolluk nedeniyle ürün çöpe atılırken bazı yerlerde insanlarımız açından ölmektedir.) Zenginliklerini paylaştıramazsın. 1923 yılında her şey uygunsa İstanbul-Ankara arası 80 saatte gidiliyordu. Osmanlıdan 1400km yol alınmış. Ancak alınan bu yol da izden ibarettir. İzmir’in ilk asfalt yolu 1933 yılında büyük bir törenle açılmıştı(İsmet Paşa Caddesi). Yol da en büyük sorun ise köprüsüzlüktür. 1924 yılında yapılan bir sayıma göre İstanbul’da 85 kamyon ve 584 motorlu araç vardır. Ülke genelinde bu rakam 1000’nin altındadır. Benzin istasyonu yoktur. En önemli araç ise kağnıdır. İlk betonarme köprü 1925 yılında yapılır.
Uzatmayalım yokluk yılları…
Bir de şu bilgileri paylaşalım…
1940 yılının Türkiye’si… Nüfus 17 milyon… Köyde yaşayan 13 milyon, kentte yaşayan 4 milyon… Öğrenim çağında 2 milyon çocuk… 785 bini okuyor… Bunun 415 bini köy, 370 bini kent okullarında okuyor(Köy Enstitüleri Nedir Ne değildir?kitabından).
Bakın bu projeyi her aşamasında hem içinde bulunmuş hem her noktasıyla incelemiş olan Fay Kirby-“Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabının 501 sayfasında çok ilginç bir araştırma notu yayınlamış.. Köy Enstitüleri kurulur kurulmaz ülke genelinde çok büyük heyecan yaratıyor. Özellikle bölge okullarının kurulduğu yerlerde o yıl ilkokulu bitiren tüm köy çocukları başvuruyor. Mesela Beşikdüzü’ne 613 öğrenci başvuruyor siz 59 alıyorsunuz, yine Pulur’a 700 öğrenci başvuruyor siz 70 öğrenci alıyorsunuz, yine Kepirtepe’ye 437 öğrenci başvuruyor siz 47 öğrenci alıyorsun. Böyle gidiyor. Sonra alınmayan o öğrencilerinin durumu araştırılıyor. Bir üst okula devam etmiyor hiçbiri… Yani siz öyle kılı kırk yarıyorsunuz ki elerken % 90’ı ona içine kin tohumu ekmek dışında hiçbir seçenek bırakmıyorsunuz…
Niye olaya bir de bu yönden bakmadık, bakmayı düşünmedik.. Nazım gibi aşka gelip “akrep gibisin kardeşim” demek kolaycılıktır. Şimdi yine aynı kitaptan gideyim… Sürecin başlangıcında 1937 yılında prototipinin Kızılçullu’da ki Amerikan Koleji… Tabii kolej satın alınarak bu çalışmanın önüne model olarak konmuş… Şimdi bu Amerikan kolejlerinin hikayesi de eyalet yasasıyla kurulmuş ve ya devlet eliyle kurulmuş kolejler yada dinsel mezheplerin kurduğu kolejlerdir. Yani okurken aklıma şeytanlık geldi hani bizim cemaatin kurduğu okullar var ya… Var ya…. Okumak lazım…
“Bakış tek bir yöne sabitlenmişse, her şey, hatta cennet ve Adn(En yüksek kademe Firdevs) nehirleri bile çirkin hale gelir.” Mevlana-Yobazlara daha ne desin Mevlana
Köy Enstitüleri üzerinden methiyeler ve romanlar yazarken bu tabloyu da ihmal etmeyelim…
Son bir şey daha yazalım, tablo daha iyi anlaşılsın…
Düşünün 1923-1960 arası Ayvalık’ta lise yok… O Ayvalık ki o yıllarda ilk yüz içinde en fazla zengini olan yer, sosyal yaşam son derece hızlı ama lise yok… Allah rahmet eylesin kayınpederim Balıkesir’e yatılı lise okumaya geliyor. Ülke gerçeklerini de kısaca hatırlamakta çok fayda vardır. Cumhuriyet, Osmanlı’dan 581’i kapalı 2345 iptidai(sonradan adı ilkokula çevrildi) okul devir almıştır. Bunların öğretmenlerinin en az üçte ikisi öğretmenlik eğitimi görmemiş, değişik kaynaklardan alınan öğretmenler(kuran kursları ve din üzerine biraz konuşabilenler) olduğunu da unutmayalım. Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ın Mayıs 1936’da TBMM’de söylediğine göre o yıllarda 40 bin köyden 35 bininde okul ve öğretmen yoktur. Okulu olan köylerin bazılarında da ilköğretim ancak 3 yıl sürelidir. Köy ilk okullarında eğitim ancak 1939 yılında beş yıla çıkartılabilmiştir.
Velhasıl görünüm budur…
Kapatılınca o meşaleler nereye gittiyse orasını aydınlattılar. Bir de böyle düşünelim…
Sevgi ve saygılarımla… Vecdi Yılmaz