İnsanımız yaşadıklarını yazmayı ya da söylemeyi ya da konuşmayı sevmiyor. Nedenine gelince gün gelir acaba söylediklerim yüzünden olumsuz etkilenen kişiler bana ya da aileme karşı bir kötülük yapar mı? Kin duyar mı? endişesini hem beyninde hem de yüreğinde hissediyor.
İşte bu feodalizm…
Çünkü söylediklerimizden olumsuz etkilenenler, bana ve aileme karşı kinlenebilir ya da dedikodu mu yapar diye çekiniyoruz..
Kin ve düşmanlıktan korkuyoruz…
Dedikodudan çekiniyoruz…
İçinde kin besleyenlerin ya da korku ile yaşayanların sağlıklı insan olduğunu düşünmek çok zor…
Dolayısıyla korkuyoruz, çekiniyoruz ve bu nedenle hep kontrollü yaşıyoruz. Bunu kırmak zorundayız. Çünkü insanı insan yapan bu yaşadıklarından kalan birikimlerdir. Bu birikimler aktarılmadığı sürece yaşamın bir değeri, bir anlamı olmaz ki… Bunlar bizim zenginliklerimizdir. Bizi geliştirir. Bizi esasında birbirimize daha sıkı sarılmamızı sağlar. Ama yapmıyoruz. Ve belki de zamanında söylense, yazılsa birçok kötülüğün önüne geçilmiş olunacak yada daha güzel çalışmalar yada sağlıklı ilişkiler kurulacak…
Yapamıyoruz…
Saklamayı ve saklanmayı seviyoruz…
Oysa Avrupalı bunu yapmıyor. Ne yaşarsa iyilik ya da kötülük adına bunu mutlaka bir şekilde paylaşıyor, anlatıyor, yazıyor. Gelecek kuşaklara miras olarak bırakıyor. Biz ise miras deyince para mülk anlıyoruz… O bilgiler an geliyor, o kadar değerli oluyor ki… Çünkü onları değerlendiren insanlar mutlaka oluyor. Ve bu değerlendirmelerden bir senteze varıyorlar. O açıdan bu birikimler çok önemli. İşte bu birikimlere “tecrübe” deniyor. Ahmet Hamdi Tanpınar üstadımız tecrübeyi şöyle tanımlamış: ” Tecrübe bir kişinin değil bütün medeniyetindir.”
Yanisi yok
Beşeri ilişkilerde çok zayıfız ve çok kırılgan bir yapıya sahibiz. Ben şimdi şunu dersem, şu arkadaşım ne der diye düşündüğünüz an zaten o arkadaşlığınız zayıf bağlar ile kurulmuş demektir.
Bakın bunun en acı karşılığı ise siyasettedir. Karşılığını “ekip çalışması” olarak koyarlar ama işin aslı biat kültürüyle uyumlu olan bağımlılık tutkusudur. “Ben ne dersem o ağbi” mantığı ile yapılan siyasetin bizi getirdiği nokta budur.
Konuşamayan insan üzerinden konuşamayan bir ülke ve yönetim. Ne söylenecekse yüzüne söylenmeli. Birlikte analiz edilmeli ve birlikte bir sonuca gidilmeli. İşte o zaman katılımcı anlayış gerçekleşir ve birilerinin söyleyecek sözlerini ezberlemekten ve papağan gibi konuşmaktan kurtulmuş oluruz. Ve sorumluluğu paylaşırız.
Medeniyet, papağan gibi ezberletileni söyleyen ve koyun gibi birbirini sorgulamadan takip eden insanlarla kurulmuyor, sorusu olan, sorusunu sormaktan çekinmeyen ve kendini yönetebilen insanlarla kuruluyor.
Konuşmayan insanların sessizliği, bu dünyanın felaketidir…
Konuşmayan insanların sessizliği, kötülüklerin var olma nedenidir…
Konuşmayan insanların sessizliği, huzursuzluğun sebebidir…
Konuşmayan insanların sessizliği, korkuya teslim olma, korkuya boyun eğme ve biat kültürüne inanmanın kaynağıdır…
İnsanı anlatan, anlamlı ve değerli kılan ağzından çıkan sözcüklerdir… İnsan, sözcükleriyle büyür, değerini bulur ve insan olur…
Sözcüklerinden korkan insan ya da sözcüklerinin tesirinden yaralanacağını, zarar göreceğini düşünen insan, sözün özü “Konuşmayan insan”; yarınların düşmanıdır, kötülüklerin nedenidir, korkunun kendisidir…
Sevgi ve Saygılarımla…