Kitap okumak, insana sokakta yürümeyi öğretir. İnsan yürümeye başladığında özgürlüğe de ilk adımı da atmış olur. Yürürken insan düşebilir de malum ülkemde düşene genelde gülerler, insan düştüğünde ilk mahcubiyetini de böylece yaşamış olur. İnsanın kendisini mahcubiyetlerle sınırlamaya başlaması ile ördüğü tutsaklıklar(kozalar) ancak kitap okuma ile kırılmaya başlar.
İnsanın özgürleşmesi, kas gücünün gelişmesi ile değil beyin gücünün gelişmesi ile olur. Beyin gücünde başlayan gelişme kişinin kendi kendine ördüğü kozayı yırtmasını sağlar. Yırtılan kozanın içinden çıkan artık yeni bir insandır. Kitap okumaya başladıkça insan, önce hayaller ile boğuşur sonra hayallerini yönetmeye başlar, sonra bir şeyin farkına varır, yürümenin ne kadar zor olduğunu anlar. Yürürken gördüğü her nesneyi yorumlamanın ağırlığı omuzlarına düşer. Artık insan olmanın bedelini ödeyecektir. İnsan olmanın dayanılmaz hafifliği soru sormaya başlar. Soru sormanın içinde örtülü olan düşünmedir. Düşünme de şüphe içinde içinde örtulmüştür. Kitap okudukça gelişen soru sorma isteği bu örtülerin kalkmasını sağlayacaktır. Örtüler kalktıkça merakla gelişen sorular artacaktır. Sorusu artan bireyin en önemli özelliği sorusu değil sorgulamasıdır. Sorgulama, bireye özgürlük verir. Özgürlük, farklı seslere tahammül edebilmek ve tartışabilmek olgunluğu ile beslenebilirse anlamını bulur. Yoksa tek taraflı özgürlük isteği beraberinde yozlaşmayı da getirir. Yetişme kültürümüzde hep bir gücün ağırlığı olmuştur. Babamız, annemiz, öğretmenimiz, büyüklerimiz, komutanımız, amirimiz, işyeri sahibi ve diğerleri. Bu yapı içinde çemberi kırabilenler ve bu anlayışın dışında bir yaşamı yaşamlarında uygulayabilenler o kadar az ki… En kolay yapabildiğimiz sadece bağırmak… Bağırmadan önce düşünebilsek… Tartışma kültürünü edinebilsek… Kendimizi eleştirmekten kaçınmasak…
Kitap okumak, soru sormak ve sorgulamak benim ülkemde bir bedel ödemeyi gerektirir. Bedel ödemek, insanlaşma için gereklidir. Dünyayı bu bedeli ödeyebilen insanlar güzelleştirir ve yaşanır kılar…
ÇALINAN KİTAP OLSUN!
Yıl 1957.
Yer, ABD’nin güneyinde, ırkçılığın kol gezdiği Arkansas eyaleti…
Ali Neill, bu ortamda okula giden siyahi bir oğlan çocuğu… Herkesin iflah olmaz gözüyle baktığı, öğretmenlerini ve hatta okuldaki kütüphane görevlisini ağlatacak kadar zor bir çocuk…
Günlerden bir gün, Ali nasıl olduysa okulun kütüphanesine “düşer”. Kütüphanede gözüne bir kitap ilişir: Kitabın kapağında, üzerine fazla bir şey giymemiş, seksi bir kadın resmi vardır. Kitap Ali’nin ilgisini çeker ve gidip kitabı kütüphane görevlisi Bayan Grady’den normal yollardan istemek yerine, çalar.
Eve gidince kitabı okumaya başlar. Çok hoşuna gider bu iş… Kitap bitince tekrar kütüphaneye gider ve aynı yazarın başka bir kitabını çalar. Bunu tam dört kez üst üste yapar.
Bütün bu çalma ve okuma süresi boyunca, Ali, farkında olmadan bir kitapsevere dönüşmüştür. Kitap okuma alışkanlığı sonucunda notları inanılmaz yükselir ve okuldan yüksek başarıyla mezun olur.
Sonrasında, o dönemde bir Afrika kökenli Amerikalı için çok zor olmasına karşın, toplumda tanınan ve saygı gören çok başarılı bir avukat olur.
Hikâye burada bitmiyor. Hikâye, burada başlıyor.
Ali yıllar sonra okuluna vefa duygusuyla geri döner. Kütüphane görevlisi Bayan Grady’yi bularak kütüphaneden defalarca kitap çaldığını itiraf eder.
Bayan Grady’nin yanıtı ise insana insan olduğunu hatırlatacak cinstendir:
“Biliyorum”.
Bayan Grady, daha ilk günden itibaren Ali’nin kitabı çaldığının farkındadır. Ancak Ali’nin zor, asi, kural tanımaz bir çocuk olduğunu bildiği için düşünmüş, kitabı normal yollardan istemesinin yarattığı asi çocuk imajını sarsarak onu utandıracağını hesap etmiştir. Çünkü asi ve zor çocuklar kitabı almaz, “çalar”.
Bayan Grady, Ali’yi suçüstü yakalayıp utandırmak yerine, kitabı çalmasına izin verir.
Ama orada da durmaz. O hafta sonu arabasına atlar ve 70 mil ötedeki Memphis’e gider. Kendi cebinden parasını vererek aynı yazarın başka kitaplarını da alır. Kitapları her hafta, Ali kütüphaneye gelmeden önce, sevdiği yazarın kitaplarının olduğu rafa yerleştirir. Böylece Ali her hafta yeni bir kitap bulur rafta…
Grady, yıllar sonra, amacının “çocuğun içindeki potansiyeli ateşlemek” olduğunu söyler…
Ve bu hikâyeyi bizimle paylaşan eğitimci Bahar Eriş’in yorumu ise şu şekildeydi:
Bu hikâyenin de bir kez daha hatırlattığı gibi, eğitim, sınıf ya da aile ortamıyla sınırlı değildir.
Bazen bir kitap da bir çocuğun hayatını değiştirebilir.
Bazen bir kütüphane görevlisi bir çocuğun hayatındaki en önemli eğitimci olabilir.
Çünkü gerçek eğitimci, umursayandır.
Gerçek eğitimci, şans verendir.
Gerçek eğitimci, risk alandır.
Gerçek eğitimci, herkesin umudunu kestiği çocuk için kilometrelerce yol gidebilendir.
Karşısındakinin yetişmekte olan, henüz yolun başında bir çocuk olduğunu unutmayandır…”
Ülkemde kütüphaneye üye sayısı 550 bin civarındaysa ve bu rakam İran’da 7 milyonun üzerindeyse… Elbette her şeyin ticareti ve en çok da dinin ve kadının ticareti yapılacaktır…