Kaypak manşetler, sağır katalogları, karnaval biletleri
Kendini tanımanın korkusu
Sürekli bir canlı yayındasınız
Girdabı olmayan yüreğin sireni duyulmaz elbet
Mekanlar lunapark, hayat çarpışan otomobiller
Görüntünün kumbarasında hafızanız beş kuruş
Alarma yakın hiçbir kırmızıya düşmemiş yolunuz
Bindiğin düş atı yorulmuş oysa
Üstündeki binici çoktan değişti sana sormadan
Kendine uygun bir ayna bile bulamadan
Kalakalırsın baktığın boşlukta
Bakarsın baktığın kadarsın
Bundan sonrası
Geç kaldığın yerlerdeki korunma duyguna bağlı
Anlarsan, anlamanın
Anlamazsan, anlamamanın boşluğundasın
İşte şimdi Kırmızı!
Murathan MUNGAN’ın şiiri gelmişti aklına. Adam oldum olası şiiri severdi. Geceydi belki bundan dolayı takılmıştı aklına…
Geceydi. Kasım’ın soğuk nefesi caddeleri yalarken, adımlarını belirgin bir ritimle atıyordu. Hava ağır, sessizlik keskin. Şehrin neon ışıkları sokakları kırmızıya boyuyordu, duvarlar birer tuvale dönüşüyordu.
Sokak lambalarının solgun ışığı altında yürüyen adam, adımlarını ağır ağır atıyordu. Uzun pardösüsünün yakasını birleştirerek soğuğun koynuna girmesini engellemeye çalışıyordu. Elindeki siyah deri eldiven, üşümüş ellerini bir nebze koruyordu, ama zihnindeki dalgalanmaları durdurmaya yetmiyordu. Boğazında hafif bir acı, göğsünde tanıdık bir sıkışma hissi… İçinin ısınması için mi bilinmez şiirden kadına geçmişti yüreği. Düşünmemeye çalışıyordu ama bugün yine kırmızı rujunu sürmüştü. Kadına hep çok yakıştırmıştı kırmızı ruju. Uzun bir öyküydü aralarındaki. Aslını sorarsanız kadın adamın kafasında uzun bir öyküydü. Kadının haberi yoktu adamın içinden geçenlerden, yüreğinde esen yellerden, içini ısıtan kırmızılardan.
O sırada, hayalinde bir yüz belirdi. Onun yüzü. Bir zamanlar parlak gözlerle ona bakan, dudaklarında kırmızı bir rujun cesur izlerini taşıyan o kadın. Adam, o anı yeniden yaşar gibi oldu.
Ortak bir drama çalışmasında tanımıştı kadını. Aynı sahnede kadın başrol adam ise yardımcı karakterlerdendi. Bir akşamüstüydü. Kulis de sahne için hazırlık yapıyorlardı. Kadın aynanın karşısında durmuş, özenle kırmızı ruju sürüyordu. Dudaklarının kıvrımlarını vurgulayan o rengi her sürdüğünde dünyaya meydan okuyormuş gibi görünürdü. Adam, o cesarete hep hayran kalmıştı. “Kırmızı, sana ne kadar yakışıyor,” demişti bir keresinde. Kadın hafifçe gülümsemiş, sonra ciddileşmişti. “Kırmızı,” demişti, 7
Adam, soğuk gecede bu sözleri anımsadı. Gözleri bir an için uzaklara, bilinmez bir noktaya takıldı. İçinde bir sıcaklık hissetti; bir tutam özlem, biraz pişmanlık, ama en çok da minnet. Kırmızı rujun altındaki kadın, onun hayatına renk katmıştı, bunu asla inkâr edemezdi. Ara ara ortak sahne alıyorlardı. Artık yetmemeye başladığını hissediyordu.
Bu duygudan uzaklaşmak için başka bir şey düşünmeliyim diyordu kendi kendine…
Zihni her defasında yine kadına gidiyordu. Zihnini kırmızıya yönlendirmeye çalıştı.
“Kırmızı…” diye düşündü. Tutkunun, öfkenin ve cesaretin rengi. Hayatında bu rengi ne zaman bu kadar yoğun hissetmişti? Aklına bir yüz geldi. Kırmızı ruja bürünmüş, ince bir gülümsemeyle çevrelenmiş bir çift dudak. Kadının gözleri, alev alev bakıyordu. Ne demişti; “benim savaş rengim. Görünmez olduğumu hissettiğimde beni görünür kılan tek şey.” Kırmızı kadın için cesaret demekti. Her kadın için böyle düşünüyor muydu? Bunu bilmiyordu. Ama bunu net anlamıştı aklından silemediği kadın için kırmızı cesaret demekti.
Adam yürümeye devam ederken, soğuk hava yüzünü yalıyor, sokağın ışıkları ile gökyüzündeki renk cümbüşü zihninde kırmızının tonları şekillendiriyordu. Kırmızı… O gece şehrin sokaklarına dökülen ışıklarda, anılarında, bir zamanlar elinin ucuyla dokunduğu hayallerde hep aynı renk vardı. Ama onun için kırmızı neydi?
Bir durakta durup derin bir nefes aldı. Soğuk havayı ciğerlerine kadar hissetti. Pardösüsünün yakasını iyice kapattı. Beresini hafice oynattı. Burnunun ucunda soğuktan hafif bir karıncalanma hissi, ama asıl hareket zihnindeydi. Kırmızı, cesaretti evet. Kadın için bu böyleydi. Peki ya kendisi? Hayatında hiç kırmızı kadar cesur olmuş muydu?
Belki de kırmızı, onun için bir uyanıştı. Yıllarca süregelen monotonlukta yankılanan bir alarm gibi. Her şeyin aynı olduğu günlerde aniden beliriveren, gözlerini kamaştıran bir sinyal. Hayatı boyunca kırmızıdan kaçmıştı belki de. Yüzleşmekten korktuğu bir renk… Her zaman grilere, siyahlara, kahverengilere sığınmıştı. Sessizliğe, dinginliğe, ama aynı zamanda da silikliğe.
Adımlarını yeniden atarken kendini sorgulamaya başladı. Kırmızı benim için ne ifade ediyor?
Tutku muydu? Belki… Ama bu tutkuyu ne zaman hissetmişti? Ya da ne zaman hissettiğini belli etmişti?
Öfke miydi? Büyük ihtimalle. Birçok kez susturulmuş bir öfke, dile gelmemiş kelimeler.
Cesaret miydi? Hiç sahip olamadığını düşündüğü bir şey.
Kendi kırmızısını bulmak istedi. Kadının cesaretinden öte, kendi içinde sakladığı, belki hiç tanımadığı kırmızı. “Kendi kırmızıma ne zaman meydan okuyacağım?” diye düşündü. O ana kadar hep başkalarının kırmızısına hayranlıkla bakmıştı. Kadının dudaklarında, tiyatro sahnesindeki özgüvende, sokaktaki neon ışıkların ısrarcı parıltısında… Ama kendisininkini hiç aramamıştı.
Bir köşede durdu, omuzları titriyordu. Soğuktan mı, yoksa içindeki bu farkındalığın ani sıcaklığından mı, emin olamadı. Ellerini cebine soktu, başını gökyüzüne kaldırdı. Şehrin ışıkları yıldızları çoktan gölgede bırakmıştı. “Belki de kırmızı benim için mücadele etmektir,” diye mırıldandı. “Kendimle, korkularımla, ertelediklerimle.”
Kendi kırmızısını tanımlamaya başlamıştı artık. Sadece cesaret değil, sadece tutku değil. O bir karışım, bir sınır çizgisi, bir meydan okuma. Kırmızı onun için hem korkuyu hem de bu korkuyu aşma cesaretini temsil ediyordu. Bu renk, geçmişte bir kadının dudaklarında gördüğü bir güzellik olmaktan çıkıp, kendi ruhunun derinliklerinde parlayan bir işarete dönüşüyordu. Bir yerde Çin ve Hindistan gibi ülkelerde kırmızı, şans, mutluluk ve refahın simgesiydi.
“Kırmızı…” diye fısıldadı. “Benim için her şey olabilir. Ama önce onu tanımam gerek.” Adımlarını hızlandırdı, bu kez daha bilinçli bir ritimle. Kendi hikâyesindeki kırmızıya doğru yürüyordu.
Müzik önerisi: https://youtu.be/oadhHk2xs6c