Günlük takvim yapraklarından akan sözlere bir anlam verelim; BİLMEK, BİLİNMEK…için.
Büyük sanat tarihçisi İbnülemin M.Kemal İnal’a sormuşlar;
-Sizdeki bilginin çok azına sahip olmalarına rağmen, sizden çok daha fazla tanınanlar var. Bunun sebebi nedir?
İbnülemin yanıtlamış;
-Ben bilmek için öğrendim. Onlarsa bilinmek…
İşin asıl gerçeği nedir? Kimsenin, kimseye bir şey yaptığı yok gibi gibi, var gibi gibi… Yaşam devam ediyor… Birileri, birilerinin önünü kesmek ve “Hep bana Rabbena, ben önde olayım, fotoğrafta kocaman görüneyim”, diğerleri figüran.
Bu kurguyla yaşayanları tanımak için; olup bitenlere anlam yüklemeliyiz. Net bir görüntü elde etmeliyiz. Netlik, dürüstlük, ayan- beyan değilse; yanlış iletişime neden olur. İletişimsizlikten kaynaklanan, karmaşık durumlar yaşanır.
Gazeteci çocuğun “Yazıyor yazıyor tam 50 kişinin nasıl dolandırıldığını yazıyor?” diye bağırdığını duyan meraklı vatandaş Abuzuddin dayanamaz, gider bir gazete alır. Bakar ki kendisine eski bir gazete verildiğini fark eder. Çocuk kendisine eski bir gazeteyi satmıştır.
Çok kızar, dellenir, gazeteci çocuğu bulup soruşturmak için hemen geri döner. Gazeteci çocuğa arkasından yaklaşır ve seslenir, çocukla göz göze gelirler, ama çocuğa bir söz söylemeye içi elvermez.
“-Haydi git işine aslan parçası” der…
Çocuk bu sefer de;
” YAZIYOR , YAZIYOR TAM 51 KİŞİNİN NASIL DOLANDIRILDIĞINI YAZIYOR…”
diye bağırmaya başlar…”
Zaman içinde yağmurlar boşanırcasına yağar, ufuğu görülmeyen bir düzlükte, soluk soluğa koşarız. Üstümüze abanan günlük yorgunluğa, direniriz beyhude.
Ayakta kuruyan ağaçlara döner zamanla insan. Kuruyup gazel olur, dalları yaprakları. Zaman, deniz gibi dalgalanır, karşımızda; azgın dalgaları buluruz. Yorgun kayalıklara dönen göğsümüze, azgın dalgalarını çarpar. Yağmur sonu, karşı dağlara vuran güneş, ciseleyen yağmur damlacıkları arasında gökkuşağını taç yapar başımız üstünde. Seviniriz çocuklar gibi. Gök kuşağını yakalama hayaliyle yüklenir bedenimiz. Oysa gördüklerimiz bir illüzyondur.
Tüm renkler kendini savunur, türkülerin dilince. Rengarenk yeryüzü, insana tebessüm eder. Güneş, bulutların arasından göz kırparak içimizi ısıtır. Titreyen bedenimiz zemheri ayazına direnir kendince.
Dağlar çoban kepeneğini giymiş, bembeyaz yünden, kepenek altında kardelenler tomurcuklanır, biz fark etmeyiz yaşam telAşımızdan. Sicim gibi yağan yağmurlar altındadır yaşamak. Doyasıya yıkanır doğa, bu bereketle beslenir, tüm güzellikler, sevişmeler, savaşımlar, şafakla birlikte uyananlara… Ayaksız ata binmeye hazırlıklar insanı sarar ve yorar zamanla…
“Daha vakit var, gerisini yarın yaparım demek; şeytanın atını yemlemektir” diye düşünürüm. Tüm hayallerini gerçekleştirmek, dostlarını aramak, sevdiklerine ulaşmak…için; anı yakalamanın tadını almalısın * İ D U R A K İ * Asıl gerçekler için devinmek, dövünmek, sevinmek, övülmek, gerilmekte olacaktır her işte…
AYAKTA UYUYORSUNUZ.
Olay 1980’li yıllarda istanbul Bayazıt meydanı çevresinde geçer.
İmam efendi, öğle ezanını, sabah namazı ezanı gibi okur.
Cemaatten biri fark eder.
“-İmamefendi! Hiç öğle ezanı, sabah ezanı gibi okunur mu?”
Diye sorunca;
İmamefendi bozuntuya vermez.
İtiraz edene,
“OKUNUR OKUNUR” nasıl olsa hepiniz ayakta uyuyorsunuz.”
diyerek konuyu kapatır.