“KETAKİ adı büyük Hint efsanelerine karışmış küçücük bir aşk çiçeğidir, yalnız Hindistan’da açar. Akıl İlâhı Brahma bir gün ilahlarla bahse girmiş ve onlara, ebediyetler içinde sefer ederek aşkın sonuna ereceğini ve böylece en gizli mânasını bulacağını iddia etmiş, hiç kimsenin inanmamasına rağmen, bu maksatla yola çıkarak aşk yangınında menziller almıştı. Yazık ki bu çetin imtihanın, bu harikulade maceranın sonuna yetemedi, yeni gerçekler elde etmeye takati kalmadı.
Ketaki çiçeği, aşk gerçeğinin son menziline varmış, ilah Brahma’nın yarıda kaldığı yollardan yorgun, perişan fakat büyük bir zafer havasıyla dönüyordu. İlah Brahma büyük bir şaşkınlıkla ona sordu:
Ey bu yolları bir başına gidip gelen küçücük çiçek, şu vücutsuz vücudunla bu yangına nasıl dayandın?
Ketaki çiçeği:
“Ey şanlı Brahma” dedi, “Bilmez misin, kılıç havayı kesmez ve ateş ateşi yakmaz. En yalçın kayaların teninde ipek gibi yosunlar biter.”
Böylece başlayan konuşma uzun sürdü. Nihayet Brahma, ilahlara mahçup düşmektense yalan söylemeyi uygun buldu ve: “Evet, aşkın son menziline kadar gittim ve bütün gerçekleri öğrendim.” diye ısrar etti. Bu yalana Ketaki çiçeğini şahit tuttu. Daha evvel onu kandırmış ve yalancı şahitlik için razı etmişti. İlahlar inanmaz ifadelerle Brahma’ya, pekâlâ, o gidilmez yerlere gittiğinde neler gördün, diye sordukları zaman, akıl ilâhı, onlara nefis aşk masalları okudu. Bütün bunları o küçücük Ketaki çiçeğinden dinlemişti. Zamanlar boyu süren sohbetlerinde, Ketaki, aklın temsilcisine gördüklerini, “Ben, ölüm diyarlarından diri olarak geçtim, o kadar sonuna vardım ki, ateşin içinde, ateşin bile artık bilmediği eski bir hatırayı bularak onunla gıdalandım, bunu yapabilecek kadar küçük, gene o kadar sevdalıydım.” diye efsunlar okumuştu.
Sonunda da, “Fakat ey koca ilâh, ben bu efsunun tamamını sana okuyamam, işte yer yüzünde bir çoban kaval çalıyor, sen aşkın üst tarafını bu musiki de ara” demişti.
Brahma’nın ağzından bütün bunları dinleyen ilah Şiva, yalanların önünde gazaba geldi ve..
“Yazık sana ey Akıl Tanrısı, yalan söyledin, sana beddua ederim ki” dedi. “Hindistan’da adına hiç bir tapınak yapılmasın! Sana gelince ey çiçek, ey yalancı şahit, benim mâbetlerimin aşk âyininde dünyalar durdukça sen adanmayacak, bulunmayacaksın.”
…..
Anadolu’nun yarattığı tasavvuf kültürü ve anlayışı bizim geçmişimizin önemli bir zenginliği olması yanında bizim Arap kültürüne karşı çok önemli bir direnme eşik kotumuz olduğu da gerçeğimizdir…
“Şibliye sordular:
‘’Sana yolda kim kılavuz oldu?’’
Şibli cevap verdi:
‘Bir köpek. Onu bir gün suyun kenarında susuzluktan neredeyse ölecek halde gördüm. Sudaki yansımasına her bakışında korkup geri çekiliyordu,çünkü onu başka bir köpek sanıyordu. Sonunda ihtiyacı korkusuna galip geldi; köpek suya atlayınca diğer köpek kayboldu.
Köpek ile aradığı şey arasındaki engel, yani kendisi, dağılıp gitti.
Aynı şekilde, beni engelleyen şeyin, kendim sandığım şey olduğunu anladığım zaman, benim önümdeki engel de kayboldu. Ve yol, bana ilk defa bir köpeğin davranışıyla gösterildi.’”
…..
İnsanın bu yaşamda izini sürdüğü, yaşamak ya da umutlarında diri tutmak istediği ve bu isteğinden asla vazgeçmediği en önemli tek isteği “aşk”dır.
Peki! bu aşk nasıl bir şey ki hem yaşanıyor, hem yaşanmıyor ve insan bilmediği bu üç harfli bu kelimenin kölesi olarak bir yaşam sürmeyi niçin bu kadar çok hayal ediyor…
İnsan bir umuttur, bir düştür… Düşünde umutlarını yaşar, gerçek hayata döndüğünde ise düşünü değil emeğinin mücadelesinde ya da sermayesinin köleliğinde yaşamını sürdürür.
İnsanın yaşamında “seçim” önemlidir ve yaşam seçimler üstünden yaşanır. İnsan yaşamını istediği kadar kontrollü yaşasın mutlaka karar vermede ıskaladıklarını düşünür. O ıskaladıkları içinde öne çıkanlar mutlaka vardır. Öne çıkanlar içinde ise yüreğinin bir köşesini sızlatan bir sızı öyle donmuş vaziyette mutlaka durur. Donmuş sızının erime isteği bazen öyle yakar ki o yanmanın verdiği etki gözlerin bakışlarından hüzün ile dışavurur. O dışavurumun ağırlığı içinde büzüşen insan, kendini saklayacak koruma duvarları araya dursun yenilginin soğukluğunu öyle derinden hissetmeye başlar ki zamana yenilmenin verdiği mutsuzluk ile yolun bittiğini düşünmeye başlar.
Aşk, acaba yolun bittiği an mıdır ya da yeni bir yolu yaşama isteği midir? Bilmiyorum.
En çok bildiğimiz ya da hiç bilmediğimiz bir duygu yoğunlu mudur? Bilmiyorum.
Aşk, bir duygu yoğunlaşmasıdır yoksa duygudan kaçınılan bir bencillik tutsaklığında yaşanılan bir çaresizlik midir? Bilmiyorum.
Başardığımızda ya da elde ettiğimizde aklımıza aşk gelmiyor. O zaman aşk, ulaşılamayacak zirveye çıkma adına yola çıkma heyecanı mıdır? Bilmiyorum.
Safiye Erol, aşkı böyle tanımlamış…
“Aşk öyle bir zırvadır ki bütün hakikatler ona feda olsun.”
Aşk, acaba gerçeklerden kaçma mıdır? Ya da hakikatlerin olmayacağına teslim olmama mıdır? Bilmiyorum.
Unutma, Ketani Çiçeği ne demişti; “Bilmez misin, kılıç havayı kesmez ve ateş ateşi yakmaz. En yalçın kayaların teninde ipek gibi yosunlar biter.”
İnsan niye kendinden kaçar, niye yanındakini kıskanır ya da kendini onunla kıyaslar. İnsan niye kendini bilmekten, tanımaktan ve yaralarından kaçınır. Niye kendini gizler, gizleme ihtiyacı içinde olur. Kendinden kaçan insan, iyiyi güzeli bilemez ki… İyiyi ve güzeli bilmeden yaşamanın bir anlamı olur mu? bilmiyorum. İyiyi ve güzeli bilmeden yaşamak demek sevgiden bihaber olmak değil midir? Sevgiden yoksun kalarak yaşamak bu dünya da cehennemi yaşamak değil midir? Sevgiden yoksun kalan insanın, “erdem” adına taşıması gereken değerlerin farkında olmadan yaşamasının bir değeri olabilir mi? Olacağını düşünmüyorum. Sevgi, erdemin özüdür(Krishnamurti).
Kendinden kaçan aslında sevgiden kaçar. Sevgiden kaçan insan, insanlığından utanır. Utanma duygusunu yitirdiği için, kendisinden utanmamak adına saklandığı duvarın arkasında kendisini yöneten kin duygusunun yüceliğine inandırmak için önüne koyduğu her neyse onu eninde sonunda kötülüğe getirecektir. İnsanın yolculuğu bu iki kelime arasına sıkışmıştır. İyilik ya da kötülük… İnsan kendisiyle tanışmaktan korkmadığı sürece kötülükten de ders alarak yoluna devam edecektir. Çünkü iyilik kötülüğün içinde saklanmıştır. O saklananı bulup çıkarabilmek için insanın mutlaka kendisiyle yüzleşmesi gerekmektedir. Kendisiyle yüzleşen insanın hataları, yaraları sonunda ortaya öyle büyük bir zenginlik çıkartır ki… İnsan ona ulaştığında yaşadığının farkına varır ve iyi ki yaşadım, diye düşünür…
İyi ki yaşadım diyebilmek öyle büyük zaferdir ki…
Taklitlerden kaçınmanız ve kendiniz olmanın bedeli ve yaşam yükü çok ağır olabilir ancak unutmamak gerekir bu ağır ve yorucu yolculuk sizi ikinci sınıf insan olmaktan kurtaracak ve kendi yaşamanızın anlamı içinde size düşlediğiniz özgürlüğü ve aşkı verecektir. Yaşam yolculuğunuzda artık kendiniz varsınız ve hiçbir otoriteye bağlı bir isteğiniz yok… Yaşamak için bir otoriteye ihtiyaç duymamak… İşte bu dünyanın cenneti budur, dostlarım…
Sevgi ve saygılarımla…