Eğitim, insana doğuştan sahip olduğu edimleri etkili kullanabilme yeteneği ve disiplini kazandırır. İnsanın bu eğitimden yararlanabilmesi, aldığı eğitimin kalitesi ile bir de bireyin içinde bulunduğu bilişsel, duyuşsal hazır bulunuşluğu ile yakından ilişkilidir.
Kazanılan yeteneklerin kullanım biçimini ve yönünü belirlemeye sıra gelince, işin içine ideoloji, inanç, egemen kültüre dayalı aşılamalar, güdülemeler, güdümlemeler girer. Eğitim sistemlerinin insan doğasını bozan, insanı kendine yabancılaştıran yönü buradan gelir.
Örneğin bir polis okulu öğrencisi silah eğitimini, potansiyel düşmana karşı kullanma alışkanlığıyla birlikte alır. Burada öğrencinin, karşımdaki neden düşman, bunun düşman olduğuna kim karar veriyor, benim gerçekten ihtiyacım olan bu mu gibi etik sorularla yüzleşmesini eğitim sisteminin kurucuları pek istemezler. Bu eğitimin“başarılı” olması, doğası gereği yaşama hakkını savunması gereken insanı kendine yabancılaştırmadan olacak iş değildir.
Kapitalist üretim ilişkileri içindeki mantık şudur: Eğitim yoluyla pazar için üretme disiplini kazanmış her iş gücü, emek katma değer üretebildiği sürece alınıp satılabilir, yani makbuldür. Burada ürünün ne olduğunun, gerçekten insanın bir ihtiyacını karşılayıp karşılamayacağının bir önemi yoktur.
Maden Mühendisi maden işletmesinde üretim ortamını organize etmek ve sürdürmek üzere yetiştirilir. Mademki bu eğitimi almıştır, mühendis çıkmıştır, bir işletmede çalışmak onun hakkıdır. Bu mühendisin maden ocağında işini hakkıyla yerine getirirken, yaptığı işin sonucuyla yüzleşmek gibi bir düşünceye kafasında yer yoktur.
Bir gün bölgedeki bir altın madeninde çalışan mühendis kızı ve damadı ile buluşmak için Balıkesir’e 12 Eylül döneminde TKP davasından Gölcük Askeri Tutukevinde birlikte yattığım bir dostum geldi. Buluştuk, hasret giderdik; kızı da kendisi de son derece dost canlısı, cana yakın insanlardı. Fakat Maden Mühendisi olarak yapılan işin “doğallığı” ile ilgili rahatlıkları, benim ise rahatsızlığım içimde bir sıkıntı olarak asılı kaldı. Yıllardır görüşmemiştik, içimdekini diyemedim.
Sabahattin Ali’nin Hasanboğuldu’su, Homeros’un İda’sı, o güzelim Kaz Dağları Kelaynak kuşu gibi yalnız, çaresiz, insanoğlundan kendisini kurtarmayı bekler olmuşlar! Kozak Yaylası desen delik deşik, işi biten pisliğini bırakıp gitmiş. Altın arayıcılar, kelle avcıları Madra’yı, Murat’ı delik deşik etmek için sıraya koymuş. Kanadalı altın tüccarı Kaz Dağlarını ne hale sokmuş, üstelik daha işin başında! Görüntüleri televizyonda izledikten sonra dostum, o gün buluşma sevincini gölgeleyen içimdeki o sızıyı, iznin olursa bugün seninle paylaşmak istiyorum.
Bu dağlar kimin! Onlar ne hükümetin, ne de üzerinde yaşayan bizlerin, onlar kimsenin değil! Ama o dağlar üzerinde yaşayan o ağacın, o kurdun, o kuşun, o karıncanın,; onlar yaşamın, yani hepimizin, bu emanet bizim.
Dağların bağrını delme hakkı nasıl alınır? Bu yetkiyi birilerine verme hakkını hükümet kendinde nasıl bulur? Bu topraklar, bu dağlar, akarsular hükmetme yetkisi mi verdi Hükümete?
Altına ne ihtiyacınız var? Altın durduğu yerde dursa ne olur, kolunda kulağında ağırlık olsa ne olur, azalsa ne olur, çoğalsa ne olur, satılsa ne olur, alınsa ne olur; yenir mi içilir mi, bir yaraya merhem diye sürülebilir mi?
İnsanı, kendi doğasını tahrip etme pahasına yere batası üretim ilişkileriniz içinde eğittiniz de ne oldu, yaşama, kendimize yabancılaşmadık mı? İnsan olmayı ıskalamışsan, Müslüman olsan ne olur, Milliyetçi olsan ne olur ne olur?
Sakallı Celal doğru söylemiş : “Bu kadar cehalet, ancak tahsil ile mümkündür”.