AÇ DEĞİRMEN
Büyüğün küçüğe sevgisini
dalların gövdeye saygısını sevdim
hiç bitmeyecek sanılan ömrün
siyah beyaz fotoğraflarını sevdim
Geriye düştüğü sanılırsa da
asil bir at gibi atar sırtından
karanlığı, dikeni, ayrık otunu
Gümbürtülü sabahlara birikir
fesleğenler besler koynunda
önü sonu aşk olan hayat
Karakışlardan geçip geldiğim
ömrümün güz durağında
un yerine insan öğüten
sevgisiz bir değirmen ülkem
Gözümle gönlüm arasında
ölçüp biçiyorum kanlı savaşı
ölüm fermanım sanki haberler
Kuşatılmış dünyaya yerim kalmadı
kalbim eksiliyor çocuk, kalbim
bin yıl yaşamış gibi utanıyor
o kurşunlar bana da saplanıyor
Baykuştan ürkse de serçe
aşk ile şakır bahçelerde
iki sonsuz arasındaki macerayı
durdurmak kimlerin haddine ?
Bülent GÜLDAL
“Her sanatçı dünyaya tek bir şey, tek küçücük şey söylemek için gelir. İşte bunu bulmak, ötekileri de bunun etrafına yerleştirmek gerekir.”
-P.Claudel-
Bahar bahçelerinin gümbürtüsünü dinliyorum; daha dün çıplak olan ağaç dalları renklere bürünüyorlar telâş içinde. Dut dutluğunu, gül güllüğünü ve diğerleri aslını hiç yadırgamadan kuşanıyorlar kendilerine ait olan biçimi ve özü. Dipten gelenin ve olması gerekenin türküsü bu. Dışardan gelecek bir müdahaleyle bu telâşe, bu patlamalar bir süreliğine geciktirilebilir ancak. Bu hava, bu toprak, aşkla fışkıran sular olduğu sürece kökü asla kurutulamaz. Dünyanın bütün ormanları yakılsa da, gökyüzünün yıldızları gibi havaya ve toprağa saçılan tohum binlerce yıl ötelerden taşıdığı özü fışkırır yine. Müdahalede bulunanlar yarattıkları yangınlarla kalakalırlar.
Sarı ya da kırmızı gül, beyaz açan akrabasıyla şenlendiriyor bahçeleri. Isırganın çevresinden dolanırken, leylak salkımlarına yüzümüzü gömüyoruz. Bir yaprağa başaşağı asılan tırtılı, yuvasını onarmak için gagasıyla çamur taşıyan kırlangıcı, yarasını yalayarak sağaltan bir kediyi ve hayata ilişkin bütün kımıltıları; kendini yazan, onaran ve çoğaltan bir şiir gibi izliyoruz. Bu sarmalda biri diğerine asla hesap sormuyor. Benim gibi olacaksın demiyor. Bu bağlamda her obje kendi gerçekliğini besleyip büyüterek, zamanın ötelerine doğru yol alıyor.
Sonsuz ve sınırsız sarmalın insan yanına çevirelim yüzümüzü ve sanata, şiire yürek düşürmüş olanların ne düşündüklerine kulak verelim. Novalis, günümüzden yaklaşık iki yüz yıl önce defterine şöyle yazmış;
“Hayatın baskısını bütün ağırlığıyla duyuran peşin yargılar, kıskançlıklar, küçüklükler, bizleri, beşikten bu yana hep kovalamakta, hiçbir istediğimiz de yerine gelmemektedir. Plânlarımız bozulur, umutlarımız söndürülür, görüşlerimiz silinir. Çok kez yapayalnız görürüm ben kendimi. İçimde ve dışımda hep, imgemin güzelliklerini, sevinçlerini karartan üzgü tanrılarının oturduğunu sanırım.”
Zamanı geldiğinde toprağın bağrını yararak binbir çeşit fışkıran bitkinin, bulutlarla oynaşan kuşların, börtünün böceğin ‘üzgü tanrıları’na gereksinme duymadan yazdıkları şiiri göz önüne getirin bir an; içinize dolan yaşama sevincine çelme takanların kim/kimler olduğunu anlayacaksınız. Ben, karganın güvercini ya da bülbülü kıskandığını görmedim hiç.Ya da lahanın salatalığa düşmanlığını duymadım. Fesleğeni koklarken aldığım hazzı, gülden bir başka aldım.Yaşadıkları bahçede hepsine yer vardı ve hepsi sereserpe yanyana, büyük ve sonsuz bir şiirin kelimeleri idiler. Güneşten, sudan ve havadan paylarına düşenden ötesine gereksinimleri yoktu.
Şair, her ne kadar ait olduğu toplumun bireyi ise de son aşamada o bir dünya insanıdır. Aynı doğa gibi olmak zorundadır. Dünyanın öteki ucunda açan bir gül ile, bahçemizdeki nasıl akrabaysa, şair de ayakları toprağa basan herkesin akrabasıdır. Bu yüzden olsa gerek ki Orhan Duru da şöyle diyor, Ekim 1958 tarihli günlüğünde:
“Kötülükler, baskılar, eşitsizliklerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bizim işimiz ne burada? Ben ve başkaları. Bu kötü dünyayı kuran da başkaları yaşatan da. Ama öyle sanıyorum ki gene de bizim yerimiz neresi diye soranlar olacaktır”
Bizim yerimiz bu dünya. İşlevimizse, zamanın kendiliğinden söylediği şiirin bir sözcüğü olabilmek. Büyük ve tertemiz dönüşümün bir yerine usulca ilişebilmek. Gerisi, laf kalabalığı galiba.