Eski Türklerin inanç sistemi olan Şamanizm içinde ağaç, su, tenri yani dağ ve orman kültü vardır. Kült sözcüğünün anlamı, yerel özellikler taşıyan dini törenler, tapınma, tapmadır. Orman kültünün bir başka adı da ağaç kültüdür. Eski Türk döneminde ığ ya da ığaç olarak bilinen ağaç kavramı vardır. Bu kavram, yazılı kaynaklarda yığaç olarak geçmektedir. Hakas Türkçesi’nde ahas ve ahaş olarak yer alır. Yenisey Kırgızları ise, idik olarak kullanır. Bir diğer kavram da yış, yığış olarak geçen kutsal Ötüken’dir. Üzeri ormanlarla kaplı dağ demektir. Günümüz de bu kavram, kayga olarak kullanılır. Eski Türk yazıtlarında, Altay Dağları ‘’Altın Yış’’ olarak ifade edilir.
Bütün bunlar, bize ağacın şaman kültüründe önemli olduğunu anlatır. Ağaç, sadece saygı uyandırmaz. O dönemde ağaca doğrudan inanılıyordu. Kaşgarlı Mahmut döneminde, tek tanrılı dinlere geçmemiş olan ve atalarının dinini devam ettiren Türkler tarafından büyük ağaçlara tenri deniliyordu. Ağaç kültü yüksek bir seviyedeydi.
Ağaç, kutlu ve kutsal olunca ormanlar ortaya çıkmıştır. Oksijen artsın, biraz yeşillik ve güzellik olsun diye değil, ormanlar Şaman inancı gereği ortaya çıkmıştır. Bu kutsal ormanlara, 7. yy.’da Kuzey Kafkasya’da Hazarlar ve Hunlar’da rastlanılmıştır. Dilek ağacı da o zamanlardan bugüne ulaşan en eski inançlardandır. Dilek ağacı, günümüzde Sibirya, Urallar, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Anadolu’da da yaşatılan bir inançtır.
Ağaç, doğaya bağlılıktır. Çevreci ve kadim bir kültürdür. Ağaç kültü, Şaman mitolojisinde de vardır. Eski Türkler de sadece kan akrabalığı değil, ağaç akrabalığı da vardır. Kutsal bir ağacın kökleri, geçmişi ve ataları temsil eder. Gövdeleri, şimdiki zamanı yani bizi temsil eder. Yaprakları ise, çocukları, geleceği ve yarını temsil eder. Bu özelliğiyle de kutsal olan ağaç, bir hayat ağacıdır.
Ağaç, gökyüzü ile yeryüzü arasında kurtulan irtibatın sembolüdür. Her kabilenin mübarek bir ağacı vardı. Dini ayinler ve kurban kesimlerinden sonra kayın ağaçları dikilir. Kayın, en çok sayılan ağaçtır. Kam’lar hastayı esfunla tedavi ederken çevrelerinde kayın ağacı bulundururlar. Altaylılar, Sagay’lar, Sor’lar, Kaç’lar, Televüt’ler ve başka ulusların kamları da kayın ağacı bulundurmadan ayin yapmazlar. Kayın ağacı; koruyucu ve merhametli ana-tanrı Umay ile beraber Ülgen tarafından yere indirilmiştir. Beltirler ve Sagaylar, gök veya dağ kurbanı ayinini kayın ağaçları altında yaparlar. Şaman davullarının tokmağını da kayın ve ya geyik boynuzlarından yapılır. Kam davullarında kayın resmi vardır.
Altın yapraklı mübarek kayın,
Sekiz gölgeli mukaddes kayın,
Dokuz köklü, altını yapraklı boy kayın,
Ey mübarek kayın ağacı, sana kara yanaklı
Ak kuzu kurban ediyorum……. Derler
Kahin sözcüğü, Oğuzlar başta olmak üzere Tatar, Yağma, Kıpçak, Kay, Çomul, Yabaku ve Toxsı halklarında kayın olarak telaffuz edilmiştir. Kayın-ata, kayın-ana, kayın-birader, kayın eçesi (eçe, eke, ağabey anlamında zamanla kayınço olmuştur). Günümüzde akrabalık ilişkilerimiz için sıkça kullandığımız bu sözcükler; dünyanın en hızlı kaynayan, birleşen ağacı olan kayının, iki ailenin birleşmesi, kaynaşması anlamında kullanıldığına işaret eder.
Oğuz Kağan Destanı’nda, bir kız ağaç kovuğunun için doğmuştur. Aynı zamanda bu ağaç toprak anayı da temsil etmektedir. Bu hikâye Uygur harfleriyle yazılan kaynaklarda bu şekilde yazılmıştır. Pr. Dr. Feridun Ağca tarafından araştırılmıştır. Zeki Velidi Togan da, bu destanının bir diğer varyantını araştırmıştır. Uygur varyantında ağaçtan bir kız motifini görmekteyiz. Yani ağaç ve doğum türeyiştir. Altay Yaratılış Destanı’nda da bir ağaç olayı vardır. Dallar ve insanlar, bir yaradılış vardır. Bu hayat demektir.
Bu inancın devamını Osmanlı Devleti’nde de görmekteyiz. Osman Gazi, rüyasında bir ağaç görmüştür. Devletin hayatta kalıp yükselmesi anlamına gelen bu rüya, Şamanik bir motif olarak değerlendirilen bir unsurdur. Şaman olan Eski Türk atalardan Osmanlı’ya kadar ulaşan güçlü bir inançtır. Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nden günümüze kadar gelip yaşayan bir gelenektir.
Çölde susuz kalmış bir yolcu, ancak bir ağacın değerini bilebilir. Çünkü aynı zamanda bir ağaç, gölge demektir. Ağaca şekil verildiğinde bir sanattır. Bir barınak, bir ev haline de gelir. Dünyaya geldikten sonra ve ölümünde insanı karşılayan bir unsurdur ağaç. Eski Türklerde de bir insan öldüğü zaman tabuta gömülüyordu. Yakılma usulünde de yine ağaç söz konusudur. Ateşi bağışlayan da yine bir ağaçtır. Kömürün keşfine kadar ateşin olması için ağacın olması gerekiyordu. Beşik olarak dünyaya geldikten sonra, sizi karşılayan yine bir ağaçtır. Masa, sandalye, yatak ve yazdığımız kitaplar bile bir ağaçtır.
Türklerin eski inanç sistemi olan Şamanizm’i araştıran, bu konu hakkında bilim adamlarına bilimsel kitaplar yazdıran Mustafa Kemal Atatürk’ün bir doğa aşığı olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Atatürk’ün doğa sevgisini anlatan bol miktarda kaynak vardır. Atatürk, gerçekten doğayı, tabiatı, yeşili ve ağaçları oldukça önemsiyordu. Atatürk’ün, Cumhuriyet Türkiyesi’nde yaşatmış olduğu ağaç ve doğa sevgisi, Eski Türklerden gelen bir kültürdür.
Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’a göre, Atatürk’ün Çankaya’yı geçmesindeki en önemli nedenlerden biri; o bölgede karakavak ile söğüt ağaçlarının yetişmesidir. Kendisi, Atatürk’ün rüzgârın çıkardığı hışırtıları dinleyecek kadar ağaçları sevdiğini anlatır.
Atatürk’ün ağaç sevgisini gözler önüne seren bir başka kaynak, Hasa Rıza Soyak’ın Atatürk’ten Hatıralar adlı kitabıdır. Soyak’ın bu kitabında, Atatürk’ün çevreciliği ilgili önemli bilgiler vardır. Atatürk hem çevreciliği hem de çağdaşlığı önemsemiştir. Hem de bu iki kavramın uyum içinde olması için şehir planlamacılığına büyük bir önem vermiştir. Şehrin içinde yeşil bölgelerin oluşturulmasında öncülük etmiştir.
Hasan Rıza Soyak’ın anlatışına göre; bir gün Atatürk, Orman Çiftliği’ne giderken Atatürk şoförünü durdurur. Arabadan indiği zaman yanındakilere şunu sorar; ‘’Burada bir iğde ağacı vardı. O iğde ağacı nerede? ‘’ Etrafındakiler bilemeyince Atatürk hüzünlenir. Afet İnan’da bu olayı biraz daha farklı olarak şöyle anlatır: Ve der ki ‘Atatürk, bu olay karşısında sanki bir evladını kaybetmişçesine hüzünlenir ve ağlar. Bu ifadeleri kullanmıştır.
Yine Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarına anlattığına göre, bugün Ankara’da var olan Söğütözü’nde 20-30 civarında söğüt ağacı varmış. Atatürk sık sık burayı ziyaret edermiş. Bu ağaçların sökülmesi gündeme gelmiş. Atatürk, bu ağaçların başka bir yere taşınmaları için ısrar etmiş. Hatta bu taşınma işlemlerine işçilerle birlikte bizzat kendisi katılmış. Sabahtan akşama kadar kendisi çalışmış. Diğer bütün işlerini buradan yürütmüş. Atatürk, yeni yerlerinde bu ağaçların tutup tutmadığını sormuş. Soyak, 1960’lı yıllarda aynı yere geldiğinde ağaçların yaşadığını görmüş.
Veli Köroğlu, Atatürk ve Çevre adlı bir makalesinde Atatürk ‘ün samimi bir biçimde başkalarına hoş görünmek için değil, biz şöyle çevreciyiz dedirtmek için değil, içinden geldiği için ve genlerinden geleni yansıttığı için bu doğa sevgisini yaşadığını anlatmıştır.
Prof. Dr. Yasin Çağatay Seçkin’e göre, kent ormanları kavramı dünya literatürüne girmeden önce Atatürk zaten bu anlamda İstanbul Florya Atatürk Ormanı’nı ve Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’ni kurmasıyla bu konudaki tavrını somut bir şekilde ortaya koymuştur. Falih Rıfkı Atay’a göre de Atatürk bir tabiat aşığıydı. Bütün ağaçların dikilişini, büyüyüşünü bizzat adım adım izlemiştir. Kendisi yakından ilgilenmiştir.
Ata’mızın, ebedi istirahatgahı Anıtkabir içerinde yer alan Barış Parkı, O’nun ‘’Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’’ özdeyişinden ilham alınarak oluşturuldu. Bu park, Atatürk’ün ağaç sevgisini yaşattığı gibi, ‘’Ağaçsız toprak vatan değildir.’’ sözünü de sonsuz kılmaktadır. Barış Parkı, dünyanın 25 ülkesinden ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden getirilen ağaçlar ve bitkiler, ırk, dil, din ve millet gözetmeden birlikte kardeşçe ve barışçıl bir yaşamı simgelemektedir.
Kaynaklar:
Dr. Timur B. Davletov
M. Selim Kudar (Muatazmayinşatürta Kitabı)
Anıtkabir Derneği