İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü, bünyesindeki sağlık kurumlarına bir yazı göndermiş. Sağlık personelinden kıyafetlerini “edep, adap ve inanca uygun şekilde” uyarlamalarını istemiş. (5,01,2020 Birgün) Türkiye’de başörtüsü etrafında gelişen kavganın, iktidarın el değiştirmesiyle ulaştığı nokta, bugün bu!
Başörtülü öğrencilerin 1990’larda yaşadıklarına benzer süreci, 2020’li yıllarda başı açık olanlar mı yaşacak? Kamuda istihdam, giderek artan biçimde bayanlarda başı kapalılar lehine gelişiyor. Bu çok açık! Böyle giderse geçmişte Kamuda geçmişte yaşanan “başını aç” baskısının yerini, gelecekte “başını kapat” baskısı alır mı? Üniversitelerde bu sefer de “ikna odaları” başı açıklar için mi kurulacak? Gelecekte yaşanacak çatışmalar, bireysel yaşama bu müdahale etrafında mı şekillenecek?
Endişe giderek kabarıyor. 28 Şubat Süreci ile tepe noktasını gören “irtica ile mücadelenin” bugünkü sonucuna bakıp, birileri özeleştiri yapıyorlar mı sizce? Yoksa “ne güzel günlerdi o günler “ deyip nostalji mi yapıyor Ulusalcı Solcularımız, emin değilim.
Geçmişten bugüne bu alanda yaşananları şöyle bir hatırlayalım isterseniz!
Başörtüsü sorununun toplumun gündemine gelmesi 1980 askeri darbesi ile oldu. 12 Eylül Darbesinden sonra ‘kamuda kılık kıyafet yönetmeliği çıkarıldı. Bu yönetmelikle, kadınların kamu kurumlarında başörtü ile çalışmasına yasak geldi. Aynı yıl, hem Milli Eğitim Bakanlığı hem de Yüksek Öğretim Kurulu birer genelge ile yasağı üniversitelere taşıdılar.
1984 Yılında YÖK Başkanı İhsan Doğramacı gidişatı fark etmiş, süreci yumuşatmaya çalışmıştı. Fakat tepkiler geri adım attı (10.05,1984 tarihli YÖK kararı).
Üniversite Disiplin Yönetmenliğinde 7. Maddenin (h) fıkrası; “dershane, laboratuar, klinik, poliklinik ve koridorlarda çağdaş kıyafet ve görünüm dışındaki bir kıyafet ve görünümde bulunmayı” suç saydı. Kural ihlaline ise standart cezalar getirdi(24. 12. 1986 tarihli YÖK Genelgesi).
1990’lı yıllarda kararlı hale gelen “Türban yasağı”, 28 Şubat Sürecinde Laik-İslamcı taraflar arasında esaslı bir çatışmaya dönüştü. 1997’de toplanan Milli Güvenlik Kurulu, İrtica ile mücadeleyi öncelikli tehdit olarak kabul etti. Yapılması gerekenler listesinin başına ise “kamu kurumlarında başörtüsü yasağını” koydu.
Başörtüsü ile Mücadelede başı YÖK Başkanı Kemal Gürüz ve İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu çektiler. Laik-Milliyetçiler coşkuyla bu ikilinin arkasında durdular. Alemdaroğlu 23 Şubat 1998 tarihli yazı ile İstanbul Üniversitesinde başörtüsü ile dolaşmayı tümüyle yasakladı. Buna tepki olarak başörtülü öğrencilerin direnişi başladı.
Öğretim elemanları fakültelerde, sınıfa türbanlı giren öğrencileri listeler halinde Dekanlığa bildirmek zorundaydılar. Bu ihbar sistemi, üniversitelerde öğretmen-öğrenci ilişkisini bozdu. Dekanlar aylık raporlar halinde bağlı oldukları rektörlere “Asayiş Berkemal” raporları vermek zorunda kaldılar.
Kurala uymayan öğrenciler önce kınama, uyarı, ardından birer hafta okuldan uzaklaştırma cezası aldılar. Öğrencilerden okuldan atılma tehdidi ile “kılık kıyafet yönetmeliğine uyuyorum” dilekçeleri alındı. Buna rağmen direnen öğrenciler okullara, sınavlara alınmadılar. Sınav hakkı ellerinde alındı. Bu durum o zamanlar Milliyetçi Laik kesim tarafından oldukça doğal karşılandı.
Öğrenciler İdare mahkemelerine dava açtılar. 28 Şubat sürecinde bu davalar İdare Mahkemelerinden hep geri döndü. Bir iki yıl sonra aynı mahkemeler davaları kabul etmekle kalmadılar, aynı zamanda yürütmeyi durdurma kararı da vermeye başladılar. Örneğin NEF’li 26 öğrencinin açtığı bir davada, Bursa İdare Mahkemesinin verdiği yürütmeyi durdurma kararının gerekçesi şöyleydi: “Üniversitenin, öğrencileri üniversite-fakülte binalarına almama yetkisi yoktur. Davalıların eğitim hakları ihlal edilmiştir. İşlem bu nedenle Anayasaya ve altına imza atılan Uluslar arası Sözleşmelere aykırıdır. Eğitim hakkının öğrencilerin elinden alınamayacağı Danıştay kararıdır.” (20 Nisan 1999 tarihli Bursa İdare Mahkemesi kararı)
Aralık 2007’de Kemal Gürüz YÖK başkanlığından uzaklaştırıldı. Ardından üniversitelere başörtülü öğrencilerin girmesinin önü açıldı. Daha sonra bu yasak uygulamadan tümüyle kalktı. Nihayet 1 Ekim 2013’te Kılık kıyafet yönetmeliğinin 5. maddesinde yapılan değişiklik ile bütün kamu kurumlarında başörtüsü yasağı kalktı. Başörtülü yaşam kamu kurumlarında resmen başladı.
2002’de gelen AKP iktidarı hükümet ederken mağduru oynadı. Başörtüsü sürecini karşı cepheyi bölmek, kamuoyunu arkasına almak, devlet içinde kadrolaşmak için ustaca kullandı. Laik Milliyetçiler (ulusalcılar) ise uygulamada ortaya koyduklarıyla, AKP’nin işini epey bir kolaylaştırdılar. Böylece AKP 28 Şubat sürecinin rövanşını aldı. İktidarda yerini sağlamlaştırmak için Başörtüsünü etkili biçimde kullandı.
Bu süreçte AKP’nin tutunduğu temel argüman, Laikliğin aynı zaman da “din ve vicdan özgürlüğü” olduğuydu. Fakat 2009’u takiben AKP bu düşünceden hızla uzaklaştı. “Dindar ve kindar nesil” yetiştirme kararı aldı. Açılan bireysel davalarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin aldığı, din dersinin zorunlu olamayacağı kararını, sadece davayı açan için uyguladı. İlköğretimden mezun olan öğrencileri, sayılarını arttırdığı İmam Hatip Liselerinde okumak zorunda bıraktı. Sünni İslam temelinde içeriği düzenlenmiş zorunlu derslerin sayısını arttırdı, Fen Bilimleri ile pozitif bilimler ile ilgili pek çok dersi seçmeli yaptı. MEB’i ilahiyat çıkışlılarla doldurdu. İmzaladığı protokoller ile Ensar Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, Nur Cemaati gibi dini yapıları “Milli” eğitim süreçlerine kattı. İmam Hatip Liselerinde Karma Eğitimi kaldırdı.
Şimdilik başı kapalı olan da açık olanda üniversite sıralarında birlikte oturuyor, okuyor, halleşiyor, dertleşiyorlar. Hiçbir sorun da çıkmıyor. Fakat kamuda kıyafetleri inanca uygun hale getirme niyeti ise gizlenmiyor. O yüzden gelecek günler ne getirir, orası meçhul!
Halbuki, bu iş her mesleğin kendi rutini içinde çözülür, siz yeter ki iyi öğretmen, iyi doktor, iyi mühendis yetiştirin. Öğretmeni iyi yetiştirirseniz, öğretmen mesleğini gerçekten seviyorsa, dersine mine etekle girmek kadar, kara çarşafla, türbanla girmenin de öğrenciyle iletişimini bozacağını, mesleğini hakkıyla yerine getiremeyeceğini görür. İnsanı doğru bilgilendirmek, laik bilimsel ve demokratik eğitimin gücüne güvenmek, yatırımınıza yön verecek İlker bunlar olmalı.
Hiçbir sorun kararnameyle, yasakla, zorla, dayatmayla, kavga dövüşle, hapisle, zorbalıkla çözülmüyor. Bunlar, tam tersi sonuçlara yol açıyor. Sorun, içinden daha çıkılamaz hale geliyor. Bu, dün de böyleydi, bugün de geçerli.
Peki, muktedirlerimiz bunun ne kadar farkındalar? Gelecekte bizi ne bekliyor?
İl Sağlık Müdürlüğünün sağlık kurumlarına gönderdiği şu yazıya bakın, orada ipin ucunu göreceksiniz.