“Her şeyi yapabiliriz, uçabiliriz, denizlerin altında yürüyebiliriz, yıldızlara gidebiliriz, atomu parçalayabiliriz, topraktan siyah bir sıvı çıkartıp onu enerjiye dönüştürebiliriz, aramızda hiçbir hat olmadan sesimizi binlerce kilometre öteye ulaştırabiliriz, binlerce kilometre ötedeki olayları anında izleyebiliriz, bütün bu mucizeleri gerçekleştirebiliriz ama en basit şeyi yapamaz, kendi varlığımızın gizine erişemeyiz.” Ahmet Altan
“Herkesin sırları vardır. Bu yüzden hiç kimseyi gerçekten tanıyamazsınız ya da kimseye güvenemezsiniz. Kendinize bile…”Küçük Bir Rica-kitabından…
İnsanı tanımak keşke kolay olsaydı. İnsan küçük bir dünyadır derken söylenmek istenen işte o erişilemeyen yada bilinemeyen noktadır. Fizik biliminin maddeyle olan mücadelesi de bu noktada düğümlenir. Maddenin o parçalanamayan o en küçük noktasına erişebilmektir. Maddenin tanımı ve sırrın da ki “giz”in önemi o noktaya ulaşıldığında ortaya çıkacak enerjinin gücü ve yaşamın sonsuzluğu hakkında verecekleriyle belirleyici olacaktır. İnsan belki de kendi içine yaptığı yolculuk ile kendini yok edecek ve yeni bir safhaya geçecektir.
İnsan o nedenle tam anlamıyla bir bilinmeyendir. İnsan bilinmeyen olduğunda yaptıklarının bilinir olması o an ile dolaylı ilgisi olsa da o anın sonrasıyla bağı çok daha önemlidir. Yaşayan insan olmak(ölümsüzlük anlamında) her insanın arzusu olabilir de bunu başarabilenlerin sayısı çok çok azdır. O azlığı da belki de diğer insanların ona yaptığı farkında olmadan ona yaptığı müdahaleler içinde aramak daha doğru olacaktır.
Örneğin; Çarlık Rusya’sının yıkımını sağlayan 1917 Ekim devriminin mimarı Troçki, mühendisi Lenin ve emekçisi Stalin üçlüsünün başarısı sonra ki bölüm de yani Lenin’in ölümüyle başlayan süreçte iktidarın Troçki değil de Stalin kanalıyla yönetilir hale gelmesinde ortaya çıkan sonuçlar Lenin içinde Sosyalizm içinde kader anı olmuştur. Oysa birinci dünya savaşı sonrası yenileceğini ve büyük bir savaş faturası ödeyeceğini bilen Almanlar ağır sanayiye dönük makinelerini Çarlık Rusya’sının içlerine doğru taşıdılar. Ve durum Sosyalist Rusya için bulunmaz bir nimetti. Bu nimeti Troçki yönetseydi bugün belki de dünya çok farklı olacaktı. Örgütçü gücü yüksek ve örgüte sahip emekçi ve cahil Stalin yönetince sonuçları itibariyle yaptığı her hamle emperyalizmin büyümesine ve hoyratlığının sınır tanımaz noktaya taşımasına neden olmuştur. Atatürk’ten sonra yerine İnönü değil de diğerlerinden biri gelseydi sonuç ne olurdu bilmiyoruz. Bu cümle Hazreti Muhammed de farklıdır. Savaşcı ve adaletçi yönü güçlü Hazreti Ömer ile filozof yönü çok güçlü olan Hazreti Ali arasında ki çekişme süreci tamamlama açısından çok olumlu olmuştur. Hazreti İsa da durum farklıdır. Orada bir Roma vatandaşı olan Tarsuslu Pavlus sınırı çizmiştir. Dolayısıyla sınırı hakim sınıftan biri çizince Müslümanlık ile olan mücadele de o andan itibaren süregelmiştir. İnsan bilinmez olunca dünya da bilinmezlik üzerinden seyrine devam ediyor. Dünyaya nefes aldıran lider-insanlar ölümlü olmanın sınırlılığı içinde ne düşünür ve hayal ederlerse etsinler sonrasında yerine gelenin yönetme gücünün teslim olacağı sınıra kadar tesirleri vardır. Bu konuda en şanslı lider Atatürk’tür. Yerine gelen lider İsmet İnönü geldiği andan itibaren o karizmatik baskının içinden çıkabilmek ya da yenebilmek için ne yaptıysa geri tepmiş, her geri tepme de işi yokuşa sarıyor gibi bir görüntü verse de 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra yenilgiyi hazmetmesi ve zorunluluğu olmamasına rağmen cumhurbaşkanlığı koltuğunu da bırakarak devreden çıkmasıyla Atatürk’ü ölümsüzleştirmiştir.
İnsan her daim önemlidir. Burada sayı dan ziyade insanın niteliği çok önemlidir. Niteliği belirleyen de o insanın hayat için anlamlı olmanın bilincine erişmiş olmasıdır. Burada bilinci tanımlayacak olursak diyeceğimiz düşünmedir. Bilinçli insan bir olayı sorgulamadan peşinen kabul etmez. “Sahip olduğu bilginin ne olduğunu, nereden geldiğini, neyin ve kimin amacına hizmet ettiğini” sorgular, soru sorar ve soruşturur. O zaman akla düşüncenin gücü gelir. Düşüncenin gücünü de bize Türker Kılıç hocamız anlatıyor: “Düşünce, genden, inançtan ve maddeden üstündür. Çünkü maddeyi, biyolojiyi ve bilinci şekillendirme yeteneği vardır. Bir bilim insanı olarak görüyorum ki, maddeden enerjiye, genden düşünceye, beyinden zihine yuvamız dünyadan, yuvamız Laniakea’ya geçiş dönemindeyiz. Her metamorfoz, her devrim, her dönüşüm zordur. Bu zorluk toplumsal alanda kendisini savaşlar, ekonomik krizler, kıyıya cesedi vuran çocuklar, onlarca şehit cenazeleri olarak gösterebilir. Bu acı her dönüşümün, her metamorfozun doğasındadır. (Her dönüşen, önce kendini sindirmek zorundadır.) Bilimsel dönüşümlerin benzerlik kurulabileceği en güzel biyolojik dönüşümlerden biri tırtılın kelebek olmasıdır. Kelebek olacak tırtılın önce kendi kabuğundan vazgeçmesi ve kendi varlığını gelecekteki varlığı için eritmesi gerekir. Her tırtıl kelebek olamaz, kelebek olacak tırtılın yeterince “imaginary cells” , hayalci hücreler yetiştirmesi gerekir. Bu hayalci hücreler, diğer tırtıl hücreleri ile aynı genom yapısındadır ama bu hücreler tırtıl olmaktan sıkılan “rahatsız” hücrelerdir. Farklıdırlar, rahatsızdırlar. Diğer tırtıl hücreleri, büyürler, gelişirler, günü geldiğinde ölmeyi seçerler, apoptoza (hücrenin programlanmış ölümü) uğrarlar. Bu hayalci hücreler ise yaşamayı ve yaşatmayı seçerler ve sayı eğer belirli bir eşiği aşarsa başlarlar kelebeğin vücudunu oluşturmaya.
Ölümden, kaostan ve savaştan yeni bir dünya, bir kelebek yaratırlar.
Kelebekler, tırtıllardan güçlüdür…”
Öyleyse insan olmanın en önemli noktası “hayat için anlamlı” olabilmeyi öğrenebilmektir. “Hayat için anlamlı” olmanın önemini kavradığınız gün artık varlığınız hayat için yaşanılır kılmayı öğrenmiş demektir. Bunu başarabildiğinizde birçok insan da sizi “kendisi için anlamlı” bulacaktır. O zaman da yaşamının ne kadar önemli olduğunu öğrenmiş olacağız. Önemli olan da budur…
Bizler ne yazık ki “anlam”dan kaçıyoruz. “Anlam”dan kaçınca işimiz kolaycılık oluyor. Kolaycılık ta ilk engel de yada kaosta insanı boşluğa itiyor. Boşluğa düşen insan da yaşamının anlamsız olduğunu düşünüp kendini salıveriyor. Yaşarken ölüyor…
İnsan; kadın da yada erkekte her zaman hayatı aramalıdır. Hayat bizi kaplar ve bir insanın sevgisi içinde dünyayı sevmeye başlarız. Hayatın içinde yaşayabilmenin doğru yolu “hayat için anlamlı” olabilmeyi öğrenebilmektir. Bunu öğrenmediğimiz de ne acıdır ki yaşamımız bizi çoğunlukla mutlu etmez, huzur vermez. Kendimizden hep kaçarız. Bunu yani “hayat için anlamlı” olmayı öğrendiğimiz de ise önce kendimize sonra da yaşamlarına dokunduğumuz insanlara katkı sunarız. Hayatımızı daha yaşanılır kılmak öyle önemlidir ki orada mutlu olmanın, huzurlu olmanın ve üretmenin ve sevginin değerinin emekle pekiştiğini görürüz. Ve para artık bizi yönetemez olur..
Paranın yönettiği insanların yaşamlarında “hayat” yoktur. İçinde “hayat” olmayan her uğraş sonunda insanı mutsuzluğa ve yalnızlığa ve zorbalığa götürür. Ya hayatın çocukları olacağız yada hayatın düşmanı zorba…
İnsanı anlatan güzel bir alıntıyla yazıya son verelim:
“İnsan, bir bütündür. Düşüncesi, duyguları ve hayat pratiği, birbirinden ayrılamaz. Duygusal açıdan özgür olmadıkça, düşüncesi de özgür olamaz. Toplumsal ve ekonomik şartlardan bağımsız olmadan ise, duygusal özgürlüğe ulaşamaz.
Mutluluk ya da mutsuzluk, aslında insanın bütünsel kişiliğinin bir parçasıdır. Doğal davranışlar ve bedensel dışa vurumlar, kişinin mutlu mu, mutsuz mu olduğunu gayet güzel açıklarlar. Bir insanın gergin yüzü, yorgun hâli, hastalıklı oluşu, sinirsel baş ağrıları ve bazen de hiçbir şeyi umursamaması, mutsuzluğun belirtileri olarak dikkatleri çeker. Ruhsal huzur ve bunun dışa yansıyan rahatlılığı, sevecenliği ve sakinliği ise, mutluluğun göstergeleridir.
İnsanın hayatı boyunca en önemli ödevi, kendi içsel güçlerinin ve iç potansiyelinin gelişmesine, ortaya çıkmasına, kısaca içsel doğumuna gayret etmektir. Bu çalışmasının sonucu ve mükâfatı ise, kendi gerçek kişiliğini elde etmesidir.
Sevme eylemi sırasında, insan kendisini evrenle bir olmuş gibi hisseder. Ama gerçek sevgiye ancak, kişinin bu süreç içerisinde bile kendi varlığını, bütünlüğünü ve bir tek kerelik oluşunu unutmaması sayesinde varılabilir.
Eğer bir diğer insanı kendimden ayrı ve farklı olarak algılıyor ve onu bir yabancı gibi görüyorsam, aslında ben, kendi kendime karşı bir yabancıyım demektir.
Değerler, insana; teselli, cesaret ve umut verir, ayrıca onu hayatta, dünyaya bağlı ve ayakta tutacak bir takım hayaller kurmasını da sağlar. Böylece değerler, toplumla da, bir uyum ve bir barış içine girmiş olur. Yani herkes istediği kaynaktan içer suyunu; isteyen Tanrıdan, isteyen de toplumsal örgünün ve onun oluşturduğu değerlerin elinden.”(H. Prof. Dr.Nurullah AYDIN yazısıdan alıntıdır)
Unutma; insan olmanın en önemli ayağı düşünmeyi öğrenmek ve bilinçli insan olabilmektir. Bilinçli insanın yaşamı da hayatın içinde anlamlı olabilecek bir duruş sergileyebilmektir.
Çocuklarınızı ezber bir yaşamın içine değil bilinmez bir dünyanın içine bilinç ile atabilmek yada yolcu edebilmek göreviniz olsun…
Unutma insanın en büyük düşmanı kendisidir…
Sevgi ve saygılarımla…