Günümüzün en önemli sözü “önemseme”dir. Artık konuşma alışkanlıklarımızı gözden geçirmek zorundayız. Hamile bir arkadaşımıza iyi niyetle de olsa “eli ayağı düzgün” bir çocuk temennisinde bulunmak bir yanlıştır. Engelli bir yaşam, yaşamımızın her anında yaşamımıza dahil olup yaşamımızı kısıtlayabilir. Bunun bilincinde olmalıyız.
Ya da ilk tanıştığımız kişiye “nerelisin” diye sormak ta doğru bir eylem değildir.
Ya da “ya sev, ya terk et” demek ise artık yobazlığın geldiği son noktayı işaret eder… Yaşamı bir bütün olarak görmek ve engellerimiz yaşamımızı kısıtlayan çaresizliklerimiz olmasın. Ancak daha kötüsü ırkçılık söylemlerinden beslenen nefret söylemleridir. İnsan olarak birbirimizi karşıtlıklarımızla, çıkarsız sevmek zorunda olduğumuzu bilmek ve ona uygun davranış göstermek çağın doğru yaklaşımıdır…
“En çok anlamak yoruyor bizi. Yaşamak düşünmemektir.” Sanırım birçok insan bu duygu ve düşünce içinde zamanını dolduruyor. Yaşadığımız dünyada nesneler büyüdükçe görüyoruz ki bizler de daha da bölünüp, küçülüyor ve yalnızlaştırılıyoruz. En çok örgütlü olmaya ihtiyaç duyduğumuz anda örgütlü olmayı yani sendikalı veya bir oda üyesi olmayı ve içinde mücadele etmeyi tehlikeli buluyoruz. O zaman da acılar karşısında sıramızı bekliyoruz. Acıları hissetmiyor oluşumuz acının varlığını yok etmiyor. Toplu ulaşım araçlarına binebilmek adına birbirimizi çiğnerken bizleri gökdelenlerin penceresinden keyifle seyreden insanların bakışları karşısında yada kendimizi bu itiş kakış arasında önümüze konan bu değersizleştirmelere karşı hiçbir şey düşünmeden geçip gitmemiz yada çektiğimiz acıdan habersiz oluşumuz çektiğimiz acı veya değersizleştirmeyi ortadan kaldırmıyor. Farkında olmamamız bizim eksikliğimiz tamam da bu eksikliği bilinçle aşamadığımız da sorunlarımızın altında ezilirken sorumlu olanların pişkinlikleri karşısında yine suçluluk duygusunu yaşayan olmak kabul edilir bir durum değildir. Çağdaş dünya bunu kabul etmez. Bizim korkularımız ya da doğduğumuz andan itibaren öğretilen yanlışlar içinde itaat etmeyi doğal bir davranış olarak kabullenmemiz ve içinde bulunduğumuz toplum tarafından da takdir görmek suretiyle ödüllendirilmemiz içine girdiğimiz labirentin çıkmaz sokaklarında acı çekerek boğulmak gibi bir şey olmuş yaşam bizler için… Oysa o labirentlerin duvarlarını yıkmak o kadar kolay ki… Yıkabilsek önümüzde yepyeni seçenekler bizi bekliyor olacak… Daha birkaç gün önce İstanbul’da Kürt genç çocuğumuz ölmeden az önce çektiği fotoğrafında o acının gözyaşlarıyla boğulmuş gözleriyle hepimizi darmadağın etmedi mi.. Ben Kürt ile çıkmam diyen bir söz onu bu hale getirmişti ya da bardağı taşıran o söz olmuştu. Oysa bu ülkede yaşamak hem o kadar kolay hem o kadar zor ki… Bu ülkede insan olmak çok zor… İnsan kalabilmek zor… Birbirimizi sevmemek için nedenler bulup bunun üzerinden dedikodu yapmayı öyle çok seviyoruz ki… Öz-eleştiriden o kadar çok korkuyoruz ki… Unvan için, hak etmediğimiz şeylere sahip olmak için, her yanlışı ya da her şeyi yapan biri olmak, o içimizde ki eziklik fırtınalarının bizi yönetmesi ve sonunda sahip oldum derken ödeyeceğimiz fatura ve üstüne kaybettiklerimiz ile kendi vicdanımızdan uzaklaşmamız ve uzaklaşırken insanlığımızdan utanır hale gelmemiz… Değer miydi… Sorusunun sorgulanmasından hep korkmak… Korkarak yaşamak…
Oysa insan yaşamı büyük bir aşk ile sever ve mücadele ederse ki bu mücadelenin ekseninde anlam ve merak duygusu öndeyse ne yorulur çalışmaktan, ne yorulur düşünmekten, ne de çekinir vicdanıyla baş başa kalmaktan.. Çekilen acıyı da hissetmek insan olmanın en temel özelliğidir.. Unutmamak gerekir ki sorusu olmayan insan, düşünmez ve merak etmez. Öz-eleştiriden hep kaçar. Kendi gerçeklerinin doğruluğuna kayıtsız şartsız inanmıştır. Kendine hesap vermekten kaçınan böyle bir insan, yaptıklarıyla, yaşadıklarıyla hep sorun olacak ve yüklerini hep bir başkası üzerine yükleyecektir. Sorgulanmamak için hep tedirgin olacak ve güven unsurunu hep yaşayacaktır. Güven unsurunu yaşayan insan, nasıl olacak da diğer insana güvenle sırtını dayayacaktır. Bir insan yaşamı içinde kendini her daim kucaklayacak bir insanın sıcaklığına her şeyden çok ihtiyaç duyar. İnsana dair içinde kırıntılar kalmış bir insansa eğer bu sözlerimizin bir anlamı var. Ya bu kırıntılar dahi yoksa… Ya çöp bir insansa… Yaşadığımız bu zaman diliminin en önemli sorunu çöp insan sayısının çok fazla olmasıdır. Çöp insanın ne zaman ne yapacağı ya da patlayacağı hiç belli olmaz.. En tehlikeli insan grubudur… Kendisini bile sevip sevmediği net değilken, diğer insanların canını acıtmak en büyük yaşam nedeni olmuş bencil insanlar… Kendi tatmin olmayan zevkleri için diğer insanların hayallerini, geleceklerini, emeklerini çalan insanlar… Öyle çoklar ve önemli yerler de yer işgal ediyorlar ki… Kime dokunurlarsa geriye acı bırakıyorlar…Sevmeyi bilmeyen bu insanların sevgi maskesi içinde kendilerini gizlerken seven insanların sevgilerini katlederek yaşıyorlar…
İnsan yaşadığını her ana bir zenginlik katabilmelidir. Kendini ve insanları sevmeyi öğrenebilmelidir. Ve burası çok önemli, bir insanı seviyorum dediğinizde aslında sevdiğiniz o insan hakkında sizde oluşan düşüncedir.. O nedenle düşünceyi sevmeyen yaşamı da insanı da sevmez…
…
““Kelimelerle oynuyorsunuz ve bana mantıklı bir çözüm sunmuyorsunuz. Beklemekle sabretmek hemen hemen aynı şeydir.”
“İkisi aynı şeyse neden ayrı kelimelerle ifade ediliyor? Size mantıklı bir çözüm sunmamı ister misiniz?”
“Yapabilirseniz…”
“Sandviç adam nedir biliyor musunuz?”
“Ne yazık ki bilmiyorum!”
“O zaman size sandviç adamdan bahsedeyim. Sandviç adam bir çeşit reklamcıdır. Biri önüne öbürü arkasına gelecek şekilde kayışlarla asılmış iki reklam panosunu sokakta gezdirenlere eskiden sandviç adam denirdi. 19. yüzyılda çok gözde olan bu ucuz yöntemle yoldan geçenlere reklam yapılırdı.”
“E, benim umutsuzluğumla ne ilgisi var bunun?” diye çıkıştı Süleyman.
“Üzerindeki reklam panolarında UMUDU ARIYORUM yazan sandviç adamlar gibi sokaklarda dolaşarak olmaz bu iş. Umudu kendi içinizde yaratmalısınız. Çünkü başkası size umut veremez bu devirde. Eğer umutla beslenmek istiyorsanız, yaratabileceğiniz şeylerin farkına varın. Umut dolu şeyleri gözlemlemeli, içine sıkıştığınız kalıplaşmış karanlığınızdan umudu yaratmalısınız. Biri şöyle demiş: ‘İçine koyacağınız bir karanlığınız olmadığında, ışık neye yarar ki…’”
Bu armonik kelimeler sona erdiğinde Süleyman kütüphaneci kadını düşlemeye başlamıştı.
“Arzu da bir çeşit umut olsa gerek…” dedi ve gülümsedi”
İnsan olabilmek, insan kalabilmek ve insan gibi yaşayabilmek…
Herşey bir canlıyı sevmekle başar…
Yaşamın sihirli cümlesi budur…
Sevgi ve saygılarımla… Vecdi Yılmaz